Evet, o yaşlarda benim tuttuğum orucun adı “tekne orucu”ydu. Beş kardeşin en küçüğü olma unvanı bana aitti. Yozgatlılar en son çocuk için “son beşik, kınalı kaşık” tabirini kullanırdı. Çok narin ve cılız bir bedene sahiptim. Konu komşu, "üflesen uçacak bu kız, evrağaç gibi, eli kolu dokunsan kırılacak" derlerdi. Öğretmenim, bu zayıf bünyede o zekayı nasıl taşıdığıma hayret eder, yolda rahmetli babamın önüne geçip, "Bu yeşil gözlü hiç mi bir şey yemez? İyi bakın ona," diye sitem ederdi. Hepsi pekiyi dolu, üzerinde ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gül yüzü bulunan karnelerimi annem, Yozgat’ın soğuk kış günlerinde bakımı zor olduğu için kestirmek zorunda kaldığımız iki uzun örgülü, kumral beliklerimle birlikte küçük, antika, el oyması sandıkta saklıyordu...

Evet, eskiden Ramazan ayı Yozgat’a hoş gelirdi. O kadar büyük bir hasret ve özlemle Ramazan Ayı’nın gelmesini beklerdik. Bizim annelerimiz, Türk geleneklerine, göreneklerine, adetlerine bağlı; evini, ailesini ön planda tutan; özverili, çalışkan, namuslu, edepli anneliğin bütün güzel vasıflarını taşıyan annelerdi. Elleri öpülesi, kınalı elleri, iğde çiçeği kokulu annelerdi. Bizim annelerimiz iğde çiçeği gibi kokardı. Bu çiçek, en güzel Yozgat’ta kokar, yıllar geçse bile bu kokuyu unutmak mümkün değildir. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir çiçek, Yozgat’ın mahallelerindeki bütün evlerin bahçelerini süsleyen, bahar geldiğinde etrafa o güzel kokusunu yayan iğde çiçeği gibi kokmaz!

Ramazan gelmeden günler öncesi, o güzel telaş başlardı. Evlerde yapılan temizlik, şimdiki gibi değildi; evlerde akan sular, çamaşır makineleri, bulaşık makineleri, elektrik süpürgeleri yoktu. Tabaklarımız porselen değil, bakırdı; tencerelerimiz de öyle. Babam rahmetli, bakır tencere ve tabakları Ramazan’dan birkaç gün önce Tol Çarşı'ya, kalay ustasına götürürdü. Birkaç gün sonra pırıl pırıl parlamış bir şekilde teslim almak üzere geri dönerdi. Kalaycıdan gelen bakır tencere, tava ve tabaklar, gözlerimizi kamaştıran bir parıltıyla karşılar, bu güzelliği hayatım boyunca unutamadım.

Suyumuzu genellikle mahalle çeşmelerinden temin ederdik. Zeytinyağı tenekelerinin üst kısmına el tutmak için tahta çakılırdı; bu tenekeler ya bakır helkelerle ya da evde boşalmış, nadiren de olsa kullanılan plastik kaplarla doldurulurdu.

Yağmur, çamur, soğuk demeden, ilkbaharın gelip karların erimesiyle Çamlık'tan aşağı doğru eriyen karların suları ve yağmurun da etkisiyle, Eskipazar Mahallesi'nde, yokuş aşağı, toprak yolların aşınmasına ve oyuklar açılmasına sebep olurdu. Ayağımızdaki naylon ayakkabılar veya eskimiş botlar, genellikle tabanı delik ya da siyah lastiklerle, yokuş yukarı belki vücudumuzun bir katı fazla ağırlıktaki kaplarda su çekerken, ayaklarımın ve el parmaklarımın uçlarını hissetmediğim anlar olurdu, özellikle bazı soğuk günlerde. Evin bütün temizlik ihtiyacı, çeşmeden taşınan su ile giderilirdi, birçok evin bahçesine haftanın belirli günleri akan, bazı günler ise akmayan terkoslara kadar. Tabii, o çeşmelerde bütün mahallenin kadınlarının sanki anlaşmış gibi aynı anda toplanması, dedikodular, kahkahalar, sıra kavgaları; o ahenk, o cümbüş belleğimize öylesine kazındı ki unutmak mümkün değildir.

O dönemin Yozgatlısı çok iyi bilir; çoğu, devlet kapısında tek maaşla sekiz baş horanta  güçlükle geçindiren, eli öpülesi babalardı. Bazı zamanlar kalaycıya para yetişmezdi. Her Yozgatlı'nın mutfağında bulunan, turkuaz yeşili mağara toprağı adı verilen kum gibi bir toprak çeşidi vardı. Bu toprak, bakır ve alüminyum mutfak eşyalarının parlatılmasında kullanılırdı. Bu topraktan bir miktar alınıp parlatılması gereken kabın içerisine koyulur ve ıslak bir bez yardımıyla ovularak, kalay ustasının yaptığı kadar olmasa da, tencere ve tavaların pırıl pırıl parlaması sağlanırdı. Tabii bu işlemi yaparken, kırılacak kadar narin bileklerimle, yeterince bastırıp tabakları ve çaydanlıkları annemin istediği gibi parlatamadığım için duyduğum laf, Seyfiağa Camii yakınlarından duyulurdu neredeyse. Bizde boş boş oturma lüksü yoktu; ya ev işi, ya el işi, ya da okul... Anne babaya her görevde mutlaka yardım edilirdi ve kesinlikle söylenmezdi görev verildiği için.

Neyse ki, bizim şansımıza bu özel toprak, evimizin bahçesinde bulunuyordu. Komşu teyzeler, bu topraktan almak için bize gelirlerdi. Güzel havalarda sürekli, kocaman badem ağaçları, üzüm asmalarıyla dolu, yemyeşil iğde ağaçlarıyla çevrili bahçemizin tam ortasındaki armut ağacının etrafına, babaannemin kendince “sekilik” adını verdiği, toprak ve taşların üst üste getirilmesiyle oluşturulan alanda otururlardı. Yanında, komşulara özel, yüzlerini kendi eski elbiselerinden diktiği, içine de eski Yozgat’ın olmazsa olmazı “atma” denilen, eski elbiselerin bir makinadan geçirilerek yün haline getirildiği kumaş parçalarıyla dolu minderler bulunurdu. Babaannem, mağara toprağı almaya gelen komşulara çalı çırpı yakarak, dört tuğlayı üst üste koyduğu taş ocakta demlediği mis gibi çayla beklerdi.

Komşu dediysem, biz komşularımızla bir bütündük; kocaman bir aileydik. Hepsi anne, hala, teyze, amca, abi, yenge, dede, baba, kardeş gibiydi…

Velhasıl, Ramazan öncesi Yozgat deyişiyle evler dip köşe, mis gibi temizlenir, Ramazan sofrasında sofraya getirilecek hazırlıklar oluşturulmaya başlanırdı. Mesela, yufka ekmek yapmak için Çamlık'tan (Soğluk) kozalak, çam yaprakları, gazel toplamaya giderdik. Tabii bunu gizlice yapmak zorundaydık çünkü yasaktı. Bekçiler gezer, yakalandığınız zaman bütün topladığınız çuval dolusu kozalak ve gazelleri dökmek zorunda kalırdınız.