Bu yazımızda gerek konuşma dilimizde gerek büyüklerimizin söylemlerinde ve gerekse okuduğumuz kitaplardan tesbit ettiğimiz bazı eski alışkanlıklarımızdan söz etmek istiyorum.
Göreceğiz ki eskiler mi daha nazik ve kibar insanlar, yoksa şimdiki insanımız mı daha nazik ve kibarmış.
İnsan okudukça, inceledikçe eskiye daha fazla özlem duyuyor. Görüyoruz ki şimdinin insanı daha kaba, daha acımasız, daha anlayışsız.
Adeta nerede o eski insanlar, nerede o eski nezaket, nerede o eski feraset diyesimiz geliyor.
Şimdi bakalım eskiler nasıl konuşur, nasıl davranır hangi cümleleri kurarmış:
Eskiden;
“Yaradan’a kurban olurum.” Deniliyor. (Sana kurban olurum denilmiyor)
Seni verene kurban olayım. (Sana kurban olayım denilmiyor)
Yardana şükür. (Karşıdakinin varlığından dolayı sana şükür denilmiyor)
Başınız sağ olsun deniyor. (Öldü denmiyor)
Allah sizlere ömür versin deniyor. (Öldü denmiyor)
Gelin yüklü deniliyor. (Gelin hamile denmiyor)
Gelinin ayağı kırıldı yatıyor deniyor. (Doğum yaptı denmiyor)
Allah Bağışlasın deniyor.
Başı bağlandı deniyor. (Evlendi denmiyor)
Allah hayırlısını versin deniyor. (Şu şöyle bu böyle denmiyor)
Kayınana, kayınbaba, kayın tabirleri kullanılıyor (Direkt söylenmiyor, eş üzerinden söyleniyor)
Sağlığınıza duacıyız deniyor. (İyi olursun, ilaç kullan, kendine dikkat et denmiyor)
Ziyade yaşadık deniyor. (63 yaşını geçince Peygamberimize hürmeten)
Ömrü vefa etmedi deniyor. (Öldü denmiyor)
Adı güzel deniyor. (Muhammed diye Peygamberimizin adı denmiyor)
Çocuklara Muhammed adı verilmiyor. (Peygamberimize hürmeten, çocuklarına “Adıgüzel” ismini veriliyor)
“Kalenin ardındayım,
Saatin dördündeyim.
Eller tatlı uykuda,
Ben senin derdindeyim.” Deniyor. (Gece namaza kalktım, Teheccüt namazı kıldım denmiyor)
“Gece gündüz yalvarırım Mevla’ya,
Hasret kullarını kavuştur diye.” Deniyor. (Beni sevdiğime kavuştur denmiyor, bütün hasretliklerle birlikte kavuştur diyor)
Kapıdan gelen her yabancıyı geri çevirmiyor. (Hızır Aleyhisselam’ın gelme ihtimaline karşı “Tanrı Misafiri” diyerek iyi muamele ediliyor)
Otururken ayağını kıbleye doğru uzatmıyor.
Yatağın ayakucu kıbleye bakmıyor.
Helâ’ ların yönü kıbleye bakmıyor.
Kur’an-ı Kerim belden aşağı tutulmuyor.
Sofrada ekmek kırıntısı bırakılmıyor, O kırıntılar nimet olarak görülüyor.
Terazi ile bir şey tartınca, “kul hakkı geçmesin” diye bir miktar daha ilave ediliyor.
Hattat, hat yazdığı kâğıda doğru ayağını uzatmıyor.
Hattat, hat yazdığı mürekkep bulaşmış elini yıkamadan ayakyoluna (Hela’ ya) gitmiyor.
Sokakta çocuklar kavga etti diye kendi çocuğunu cezalandırıyor.
Ahırdaki malların (İnek vs.) yemini (yiyecek), kapıdaki köpeklerin yalını vermeden eve girmiyor.
Taşrada herhangi bir kadın;
“Dinini ve devletini seveceksin” diyor ve ilave ediyor: (Hz. Muhammed ve Murad’ı seveceksin deniyor)
Sokakta “ezan” sesi duyulduğunda evde bir sessizlik olurdu.
Birisi bir iyilik yaptığında Allah ahrette mizanınıza koysun deniyor.
Toplum içinde hanımlarına adıyla hitap edilmiyor. Erkek lakabı kullanıyor. Otobüsten inerken hanımına “inelim Osman” diyor.
Yatak odası denilmiyor; Uyku odası deniliyor.
Lambayı kapat denilmiyor, Lambayı dinlendir deniliyor.
Dışkı vs. kelimeleri kullanılmıyor. “Ters” diyor.
Tuvalet vs. denmiyor. “Ayakyolu” deniliyor.
İşemek denilmiyor, “kan almak” deniliyor. “Def-i hacet” deniliyor.
Bir suç kapatılmak istenince, “Yoğurt yiyeni karıştırma” deniyor.
Eskiden "Kapıyı kapat!" denilmezmiş. Allah (cc) kimsenin kapısını kapatmasın diye düşünülürmüş.
"Kapıyı ört, ya da sırla" denilirmiş. Kapının kapanmadan yavaşça örtülmesi edebdenmiş.
“Lambayı söndür” demezlermiş. Allah (cc) kimsenin ışığını söndürmesin. "Lambayı dinlendir" derlermiş.
Lamba yakılmaz, uyandırılırmış.
Uyuyan birisi uyandırılmak için sarsılmaz veya adı ile çağırılmazmış. "Agâh (Bilgili, öngörülü) ol erenler" derlermiş.
Nezaket, incelik, edeb her işin başı imiş de ondan... Ona eren uyanık olurmuş.
İnsanların sözü kesilmez, işaret ve işmar edilmez, fısıltılar, gizli konuşmalar hoş karşılanmazmış.
Hanımlar beylerine "Efendi" derlermiş, "siz" derlermiş. Hanımefendiliklerini gösterirlermiş.
Gezerken yere yumuşak basılır, ses çıkarmamaya çalışılırmış. Yerdeki haşerata basmamaya özen gösterdiği için adı "Karınca basmaz Efendi” ye çıkan insanlar varmış.
Kapıdan çıkarken arkasını dönmemek, geri geri çıkmak edebdenmiş.
Kapı eşiğindeki misafirlere ait ayakkabılar, dışarıya doğru değil, içeriye doğru çevrilirmiş. "Git bir daha gelme!" der gibi değil de. "Gitsen de ayağının yönü buraya dönük olsa" dercesine dizilirmiş.
Canlı cansız her şeyin bir hatırı varmış. Eskiler hayatı o kadar nurani, o kadar temiz, o kadar manâlı yaşarmış.
Filan kadını sevdi demiyorlar da. “Abayı yaktı” diyorlar.
Eskiler "ben" demekten edep ederler.
"Adın ne?" demezler, "Adımız ne idi?" diye sorarlarmış.
"Ders çalışıyor musun?" demezler, "Ders çalışıyor muyuz?" derlermiş.
Gramer yönünden bunun bir açıklaması var mı bilmem.
Bekir Sıtkı Erdoğan, meşhur Hancı şiirinde,
"Şu benim hesabı gör yavaş yavaş" der.
Serdengeçti, onun Bir Yağmur Başladı isimli ilk şiir kitabını yayımlarken şöyle konuşur:
"Üstat, bizde bir kişi bile olsa, şu benim hesabı gör demez, şu bizim hesabı gör der."
Görüldüğü gibi, eskilerde; edep, nezaket, sıra, saygı, sevgi, hoşgörü, inanç, iman, Peygamber sevgisi, misafire hürmet, nizam, düzen, adabı muaşeret, din sevgisi, devlet sevgisi varmış. Şimdilerde biz bunların pek çoğunu terk etmiş görünüyoruz. Bunları yeniden kazanmalıyız, yine nazik, yine edepli, yine inançlı, yine sıraya sevgiye saygıya hürmetli olmalıyız.