Unutmamamız gerekir ki ölüm, “Her nefsin mutlaka tadacağı”[ Enbiyâ, 21/35; Ankebût, 29/57] ve inkârı katiyen mümkün olmayan apaçık bir hakîkattir. Ölüm, inancımıza göre fânî hayâta son noktayı koysa bile, Bâkî Âlem’e vâsıl olmamızı sağlayan bir mukadderattır.
Ölüm; “Allah’tan geldik, dönüş yine O’nadır”[ Bakara, 2/156] emr-i İlâhî’sine icâbet etmekle başlayan bir vuslattır. Ölüm; her lahzâ kendisini bize hatırlatan, ama bizim bir türlü tam olarak idrâk edemediğimiz “En büyük vâz ü nasîhattir.” Ölüm, kimileri için “şeb-i arus”, kimileri için “nev-ruz”, kimileri için fîrâk, kimileri için son duraktır. Kimileri içinse, “âsûde bahar ülkesi”nin[ Yahya Kemâl Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz, Rindlerin Ölümü, 93] giriş kapısında koklanan bir katmer güldür. Ölüm, mü’minler için aslâ son nokta değil, ancak bir noktalı virgüldür…
İşte ölümü böyle bir idrâk ile anlamış, bu inanç ve îman ile ölümü hayatın merkezine koymuş olan; Kıble yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı, Bozkurt duruşlu, Kürşad tavırlı, Turan düşünceli ve “Bir Güzel Ülkü”ye[ Abdurrahim Karakoç, Akı Karaya Vurdu, Bir Güzel Ülkü, 77-80] sevdâlı çok değerli kardeşimiz, azîz ülküdaşımız Erol Dok; 30 Ekim 2021 günü öğleden sonra, “Ircı’i” fermân-ı İlâhisindeki dâvete icâbet etmiştir. Erol Dok; Allah(c.c.)’a, Rasûlullâh(s.a.v.)’a ve “evvel giden ahbâba” vuslat için -hep arzu ettiği gibi- “bir cumartesi günü” hâl diliyle;
“Kurulu yayımdan çıktım,
Ok olur Sana gelirim.
Var olmak bu ise bıktım,
Yok olur Sana gelirim.”[ Turgay Günay / Yetik Ozan, Bütün Şiirleri, Sana Gelirim, 17]
diyerek Hakk’a yürümüş ve “Gittikçe Artan Yalnızlığımız”a[ Dr. Mehmet Güneş, Gittikçe Artan Yalnızlığımız, Cümle Yayınları, Ankara, 2015] yeni bir yalnızlık daha eklemiş; âilesini, sevenlerini ve ülkücü câmiâyı çok büyük bir acıya gark edip,78 kuşağını da “yetîm-i akran” bırakarak fânî dünyadan ebedî hayâtın yaşanacağı Âhiret Yurdu’na göçmüştür.
Gencinden yaşlısına Erol Dok’u tanıyan bütün ülkücüler, bu ânî kaybın ıstırabıyla sarsılıp, târifsiz bir hicrân duygusunu ve onu kaybetmenin üzüntüsünü -Başbuğ’dan ve Muhsin Başkan’dan sonra- yüreklerinin başında bir kere daha duymuştur.
Gönüllerimizi hüzün bulutlarının melâli kaplayıp, “Ah mine’l-mevt” nidâsı dudaklarımızdan dökülürken, yâdımıza gelen -ve sanki Erol Dok için söylenmiş olan- Şehriyâr’ın “Bilsinler ki adam gider ad kalır” mısraı da dilimize vird-i zebân olmuştur…
* * *
Erol Dok’un Âlem-i Cemâl’e yürümesiyle bir kere daha; 12 Eylül öncesi yaşanan olaylar, Türk milletinin ateş çemberinden geçtiği 70’li yıllarda ülküdaşlarımızın; mukaddesatımıza, vatanımıza ve Ay Yıldızlı bayrağımıza sâhip çıkmak adına kelle koltukta verilen çetin mücâdeleler; baharlarımıza kan damlayıp, “Dev ömürlerin bir namluya sığdığı”[ Orhan Seyfi Şirin] o zor günler, birbirimize canımızı emânet ettiğimiz yıllar; 12 Eylül’de çekilen çileler, C-5’te, Mamak’ta Türk milliyetçilerine revâ görülen en şen’î zulüm ve işkenceler, “taş ve demir gurbeti” olan cezâevlerinin Medrese-i Yusûfiyelere tebdîl edildiği devirler, “Tarafsızlık adına denge politikalarına malzeme yapıldığımız oduncu kantarına benzeyen 12 Eylül adâletinin (!)”[ Mehmet Karanfil, Gül Hüznü, 69] kurduğu îdam sehpalârı, “urganlı şafaklardan nurlu basamaklara”[ Dr. Mehmet Güneş, Gün Akşama Yaslanmadan, Koparılan Çiçekler, 66] yürüyen yiğitler hayâlhânemde canlandı yeniden… Erol Dok kardeşimiz gibi cezaevindeyken 11 Mart 1985’te babası vefât eden, ancak bundan haberdâr edilmeyen, bu durumu bilen “Taş Medrese”deki ülküdaşları tarafından -rahmetli Aziz Dok amcanın rûhuna bağışlanmak üzere- bir hatm-i şerif okunan; Erol kardeşimizin “Bu hatmi kimin için tilâvet ediyoruz?” sorusuna Muhsin Başkan’ın; “Bir ülküdaşımızın babası için!” diye cevap verdiği hüzün ve kahır dolu günler, “Öz yurdunda garip”[ Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Sakarya Türküsü, 398-400] kalan, öz vatanda gurbeti yaşayanlar ve hiç cezâ almadan yıllarca hapis yatan.