Kahvesi masasının üzerindeydi, sabahları ilk iş olarak sıcak bir filtre kahve içer, güne öyle başlardı. Kahvesinden bir yudum almak için uzandı.
Tek isteği başını alıp gitmekti, başının kimsenin işine yaramayacağını, kimseye bir faydasının olmayacağını bildiği için onu yanına almalıydı. İçinden çıkamadığı fikirler çarpa çarpa zihin duvarları nasır tutmuş, nasır tuttuğu ölçüde hissizleşmiş, beyin kıvrımları; asırlardır akan yorgun ve boylu boyunca akmaktan sıkılmış bir nehrin üzerine düşen, yıllara meydan okumasına rağmen talihsiz bir fırtınanın gövdesine zarar vermesiyle kuruyan, kurudukça sertleşen, sertleştikçe çatırdayan ve sonra büyük bir çatırtıyla kendini kurumaktan, kırılmaktan ve ayakta durmaya çalışmaktan duyduğu yorgunluktan kurtarırcasına, yükünden boşanırcasına bırakan heybetli bir ağacı sürükleyip sürüklememe konusunda tereddüt edip onu kıyıya yakın bir yerde bırakmaya karar vermesi gibi, bir düşünceyi başka bir düşünceye bağlama konusunda son derece isteksiz; –bu isteksizlik bağlamından uzak, anlatılanın anlaşılmasını güçleştirecek boyutta uzun cümleler kurmasına, gereksiz benzetmeler yapmasına neden olmakla birlikte, muhatabında hoş duygular uyandırmaya da sebep olmaktaydı- ,sinir sistemi; sürekli harpte ve hayatta kalma güdüsüyle uyanık kalmaya çalışmaktan bitap düşmüş, her an ölme ya da ele geçirilme tehlikesiyle duyguları zayi olmuş, normal zamanlarda normal insanların normal olaylara verdiği normal tepkilerle ölçülemeyecek anormal tepkilerini, normal görecek kadar yıpranmıştı. Yani, başının kimseye bırakılacak bir yanı yoktu ve başının çaresine bakmalıydı.
Kahve kokusunu aldı, kokusu lezzetinden daha güzel birkaç şeyden biriydi kahve. Bir de biber kızartması vardı, inanılmaz güzel kokardı. Hayatımıza devam edebilmemiz için sahip olduğumuz duyuların zamanla, -kullanım kılavuzuna uygun hareket etmediğimizden ya da yeterince kullanmadığımızdan- köreldiğini, başlangıçta daha çok sesi, daha çok kokuyu ve daha çok duyguyu algılayabildiğimizi öğrenince şaşırdığını hatırladı. İnsan, ilk defa tanıştığı birine dış güzelliğiyle orantılı bir şekilde güven duyardı. Belki de biber önceden çok daha lezzetliydi, ya da hala çok lezzetlidir. Bunu sanırım tam olarak hiç bir zaman bilemeyeceğiz.
“Çiçekten böcekten bahset” diye hep küçümsemeye konu olan çiçek ve böceğin hakkını, “felsefe yapma” diyerek de hep hor görülen felsefenin hakkını insanlık ödeyemeyecektir.
Başını nereye götüreceğini düşündü, başından ayrı düşünemeyeceğini düşündü. Ne tarafa yönelse nasır tutan zihin çeperleri berrak düşünmesini perdeliyor, fikirlerini ve fikirlerinin meydana getirdiği elektriklenmeleri birbirine bağlayan sinapslarındaki isteksizlik kaçınılmaz olarak bağlantı kopukluklarına neden oluyor, bu da “deryaya yakın dünyadan uzak” bir yer bulmasının önüne geçiyordu.
Cemil Meriç’in “Nereye gidersen git, bulacağın aydınlık zihninin aydınlığı kadar olacaktır” sözünü hatırladı.
Tek yapması gerekenin amirinin emrini yerine getirmek olan üniformalı bir memurun yaptığı şeyi kendisinin de çok istiyor olması aslında sadece bir tesadüftü ve dış dünyada hiç bir anlam ifade etmiyordu. (nedendir bilmiyorum, bu satırlar bana Yılmaz Erdoğan şiirlerini hatırlattı)
İnsan, kendi bilgi izleğini, anlam ve değer dünyasının izdüşümünü bir olaya, olguya, nesneye, kişiye projekte eder ve o şeyin kendisine yansıttığını, o şeye dair gerçek olarak kabul ederdi. İnsan bilmediğini göremezdi. Bu nedenle aynı astronomi bilgisine ve alet edevatına sahip olmasına rağmen Kepler’den önce Güneş’in ve Ay’ın yüzeyindeki çatlaklar, yaralar görülemiyordu. Gökyüzünün kutsiyetine dair inanç, dolayısıyla sahip olunan anlam ve değer dünyası var olan bir gerçeğin önünde perde oluyor ve gökyüzündeki lekelerin görülmesinin önüne geçiyordu.
Başı başıyla fena halde dertteydi.
Bir yudum alıp siyah kahve kupa bardağını altlığına koydu. Kahve çok güzeldi.