O; “ Türk-İslâm Ülküsü”nü  fikriyâtımızın anayasası olarak gören, Türk olmayı İslâm’a hizmetle anlamlı kılan; nefrete, şiddete ve zulmete istinat etmezken; muhabbete, hürmete ve uhuvvete dayanan milliyetçiliği; tarih şuuruyla, millî kültür anlayışıyla ve ilmî bir bakış açısıyla değerlendiren;  mübârek  ecdâdımız Selçuklu ve  Osmanlı’nın muazzez mirâsına sahip çıkmamızın şartın ötesinde bir mecbûriyet olduğunu ve “Sancağın düştüğü yerden ayağa kaldırılması”, “Yitiğin kaybedildiği yerde aranması”, “Tevhîd Sancağı’nın Anadolu’da yeniden kıyama durdurulması” gerektiğini bütün konuşmalarında dile getiren ve tepeden tırnağa samimiyet kokan “Gardaş!..” hitâbının ardından gelen  sımsıcak bir bakışla gözlerinin içi gülen bir Osmanlı çelebisiydi.

O;  ülkücülüğün siyâsî bir hareket olmanın çok ötesinde ahlâkî bir duruş, ideâlist bir tavır, ilkeli bir hareket ve aksiyoner bir meşrep olarak idrâk edilmesi gerektiğine inandığı için, ülkücülüğü;  ‘Din, dil ve tarih şuuru’ndan oluşan; îman, irfan, ihlâs, ilim,  erdem, fazîlet, fedakârlık, çalışkanlık, yiğitlik ve mertlik hareketi olarak gelişen, kalbi Türkiye için çarpan, gönlü Tûran illerini, İslâm Âlemi’ni ve cümle mazlumları kucaklayan hudutlar ötesi kutsî bir dâvâ ve millî, İslâmî, insânî bir hareket olarak târif ederdi.  O; “Ülkücülük; ülkemiz ve yeryüzünde Allah’ın nizâmını hâkim kılmak için kendine metot olarak Allah (c.c.) ve Resûlü(s.a.v.)’nü ölçü alan bir îmân hareketinin adıdır.”, “Türk milliyetçilerinin dâvâsı Allah ve Resûlü’nün dâvâsıdır.” diyen ve ülkücülüğün; “her zemine uyan, her kapıyı açan, her tarife sığan bir tanımlama” olmadığını, ‘câmi ile meyhâne arasını ihâta eden bir yelpaze’ oluşturmadığını çok iyi bilenlerdendi.

O;  ihtişamlı bir mâziyi muhteşem bir âtiye taşıma sorumluluğumuzun olduğunu bilen,  kendimize ait mukaddes rüyâlar görebilmemiz için büyük ülkülerin peşinden koşmamız gerektiğine savunan,   kandilleri sönmeye yüz tutan bir medeniyetin "Ay-Yıldız”lı bir kıyâm ile yeniden hayat bulacağına inanan;  bu rûhu yeni baştan ayağa kaldırmak için,  XV. ve XVI. yüzyılları “Türk Asrı” yapan değerler manzûmesini ihyâ etme mecbûriyetini ısrarla dile getiren, “akl-ı selîm, kalb-i selîm ve zevk-i selîm” ile alın, zihin ve gönül teri dökerek “gölgesiz ve lekesiz bir adâlet nîzâmıyla” yeniden câmi merkezli bir cemiyet inşâ etmeyi hedefleyen ve Nizâm-ı Âlem Ülküsü’ne inanan bir güzel insandı.

O; İslâm’ın haram kıldığı ve yasakladığı ırkçılığı şiddetle reddeden, fakat;

“Ben Türküm, Türk esir olmaz,

Ben Türküm, Türk devletsiz olmaz,

Ben Türküm, Türk bayraksız olmaz,

Ben Türküm, Türk ezansız olmaz,

Ben Türküm, Türk hürriyetsiz olmaz…”

diyerek Türk’ün yüce hasletlerini ve her zaman gurur duyduğu Türklüğünü göğsünü gere gere haykıran, 'Türk’te İslâm’ı ve İslâm’da Türk’ü tasfiye etmek’ isteyenlere karşı bir ömür mücâdele eden; millî kimliği ve vatan sevgisini anlatırken de; “Türkiye’nin bir millî kimliği vardır, o da Müslüman Türk diye ifâde ettiğimiz kimliktir.”, “Vatan aşkı maya gibidir, sütü bozuklarda tutmaz.” cümlelerini siyâset defterine  “majiskül harflerle” yazan ve sanki akıncılar çağından bu güne gelip gönlümüze taht kuran bir serhat beyiydi.

O; Medrese-i Yusûfiye’de çileyle pişmiş, îmanı daha da kâvîleşmiş, ruh dünyası irfânî güzelliklerle iyice zenginleşmiş, zindanların demir parmaklıklarına ve hücrelerin beton duvarlarına "Peygamber çiçekleri” fidelemişti… O; haksız yere 7,5 yıla yakın cezâevinde yatmış, bunun 5,5 yılını tecrit hücresinde geçirmiş, îdam sehpalarının altından gülerek geçmişti.

O; “Ben kırk kere İsmail / Babam İbrahim değil.” dese de, kendisine bunca zulmü revâ gören cuntacılara buğz etmiş olsa da, devletine, milletine hiç gönül koymamış, yaptığı bir konuşmasında; “Ne kaderime küstüm, ne devletime küstüm! Çünkü inanmak, îman etmek varsa bir şeye, bedel neyse katlanıp; ‘Yâ Rabbî, kahrın da hoş, lütfun da hoş dedik”  ifâdelerini kullanmış, ayrıca “Bu devlet bizim devletimiz, devletime hakkım helâl olsun!” demiş ve AB İnsan Hakları Mahkemesi’ne Türkiye’yi şikâyet etmeyi zül kâbul etmiş, bırakın bu işe tevessül etmeyi, böylesi bir düşünceyi hatırından bile geçirmemişti.

O; “Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verseniz vallâhi ben dâvâmdan vazgeçmem!”  diye buyuran Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in izinden giden, Muhammedî ahlâkı diline tespih etmeyip hayatıyla çeken fazîlet sâhibi kâmil bir inanç eriydi.

O; vurguncu, soyguncu, hortumcu sömürü düzeniyle ve onun düzenbazlarıyla hiç uzlaşmamış, onlarla devamlı mücâdele etmiş, dünya malına ehemmiyet vermezken, Beytü’l-mala gözünün içi gibi bakmış, tüyü bitmemiş yetim hakkını korumak için elinden ne gelirse yapmış, savunduğu değerleri aslâ pazarlık konusu yapmamış ve yaptırmamıştı.

O; “Bu ülkede dürüst olmak başa belâdır, ama o belâ başımızın tâcıdır.”, “Dokuz köyden kovulacağımızı bile bile doğru bildiğimizi söylemeye devam edeceğiz.” demiş ve son nefesine kadar da bu sözünü nakzetmemişti. Çünkü o; makam ve mal sâhibi olmak için değil, Allah(c.c.)’ın ve Resûlullah(s.a.v.)’ın sevgisini kazanmak, milletin gönlünde yer almak, doğruluktan ayrılmamak ve hesap günü kazançlı çıkmak için siyâset yapmıştı.

O; fânî lezzetlerden vazgeçmeden, Bâkî Olan’ın takdirinin kazanılamayacağını çok iyi bilenlerdendi. Onun için önemli olan iktidar vizesi değil, Yüce Rabbimizin rızâsıydı...

O; her geçen gün daha çok kirlenen siyâsetin içinde, yüce dağ başlarındaki bembeyaz kardan daha ak, daha temiz olan ve nesli nerdeyse tükenen bir büyük ideâlistti.

O; ahlâkî değerler bakımından ters yüz edilmiş olan politika sahnesinde, prensiplerinden hiçbir zaman tâviz vermeyen ilkeli tavrı, dimdik duruşu ve “yay gibi bükülmeyen, ok gibi dosdoğru çizgisi”yle ahlâkın dehâsına ulaşmış bir “ahlâk adamı”ydı.