Yozgat'ın simge mekanlarından biri olan Un Pazarı'nda bir gün.

Şehrin güvercinleri yemlerini beklerken, insanlar çay ocağı önünde koyu sohbetler içinde.

Yozgat, Aralık ayının ilk günlerinde bile yazdan kalma günler sunabiliyor. Mevsim değişikliği, çay ocağının önünü sohbetin merkezine dönüştürüyor. Meyve satıcılarının telaşı ve aktarlardan gelen şifalı bitki kokuları havada.

Az ilerideki kebapçıdan yayılan kokular, insanın içini ısıtıyor. Bu özel Anadolu mekanından, tarihi Çapanoğlu Büyük Camii'nin silüetinin altında, günlük yaşamın sıradan detaylarından bir kesiti paylaşıyorum.

Babamla yaptığımız Un Pazarı gezintisinde, yanımızdan geçip giden iki genç üzerine odaklanıyorum. Muhtemelen işsizler ya da kazandıkları para geleceğe dair umut vaat etmiyor.

Gençlerden biri, Yozgat'ın siyasetteki temsilcilerini eleştiriyor, diğeri de bu eleştiriye katılıyor. Gençlerin söyledikleri, belki de Yozgat'taki siyasi durumu yıllar öncesinden pek de farklı kılmıyor. Eleştirilerin altında yatan sebep, Ankara'da TBMM'de bulunan Yozgatlı siyasetçilerin memleketlerine beklenen kazanımları sağlamadıkları mı yoksa diyalog eksikliği mi?

Bu serzenişler, aslında nesilden nesle aktarılan bir çaresizlik ifadesi. Şehrimizin insanlarına göçü ya da çaresizliği aşılayan bir toplumsal mekanizmadan söz ediyorum.

Siyasetçiler, fabrika kursalar, ekonomiyi canlandırsalar bile, karşımıza çıkan tablo değişmiyor: Alıştırılmış çaresizlik.

Zeki ve girişimci, farkındalığı yüksek, hayal gücü ve idealleriyle siyasette marka olmuş bir şehrin insanları, nasıl oluyor da bu çaresizliğin girdabında kayboluyor?

Un Pazarı'ndan geçerken, Ankara'nın Bakanlıklarında Yozgatlı siyasetçileri eleştiren gençlere, bu alıştırılmış çaresizliğin altında yatan gerçekler anlatılmamış olabilir. Bu durum, Yozgat'ın ve belki de pek çok Anadolu şehrinin karşılaştığı zorlukları ve çözüm arayışlarını derinlemesine sorgulamamız gerektiğini gösteriyor.

Gençlerin sohbetindeki detaya mercek tutalım:

- Yozgat’ın beş bakanı var, ne iş yapıyorlar, şehre ne kazandırmışlar. Fabrika mı yapmışlar, iş sahası mı kurmuşlar…

Kelimeler peş peşe sıralanırken hali ile ses de yanımızdan uzaklaşıp gitti.

Belki 10 saniye konuşmalarına şahit olduğum gençlerin söylemi bundan 20 yıl öncekinden farksız değil, hatta 40 yıl öncesinden belki de 60 yıl öncesi ile benzer.

Acımasız ifadelerin sebebi Ankara’da, TBMM’de bulunan Yozgatlı siyasetçilerin memleketlerine beklenen kazanımları sağlamadıkları mı yoksa diyalog eksikliği mi?

Serzenişlerin içeriğine baktığımda aslında alışılmış daha doğrusu dededen babaya, babadan evlada miras gibi süregelen alıştırılmış çaresizliğin ifadeleri.

Şehrimizin insanlarına göçü ya da ya çaresizliği aşılayan bir toplumsal mekanizmadan bahsediyorum.

Siyasetçi eleştirilerin birinci muhatabı olsa da eleştirilerin ağırlığı, sözlerin şiddeti nihayetinde bir çözüm yolu sunmadı Yozgat’a. Onlar fabrika kurmakla kalmayıp dört bir yanı para basan matbaalarla doldursa öylesine acı bir tablo ile çıkıyor karşımıza: alıştırılmış çaresizlik!

Un Pazarı’ndan geçerken Ankara’nın Bakanlıklarındaki Yozgatlı siyasetçileri yerden yere vuran gençlere anlatılmayan gerçek ne ola ki!

Hayatımın son 20 yılını aşkın zamanını basın sektöründe geçirmiş bir kardeşiniz olarak şehrin siyaset ile olan ilişkisine bir şekilde derinlemesine şahitlik ettiğimi düşünüyorum.

Serzenişin konusu ve şiddeti nasıl olursa olsun sonuç aslında alıştırılmış çaresizliği işaret ediyor Sevgili Yozgatlılar.

Siyasetçiyi hepten yok saymak, onlar üzerinden tukaka söylemleri üretmek ne atalarımıza fayda getirdi ne de bize getirecek!

Belki onlar diyalog kurmakta yetersiz kaldı, yaptıklarını veya yapamadıklarını şehre anlatamadılar.

Ama asıl olan bir gerçek var ki böyle giderse serzenişler değişmeyecek şehrimiz ve ülkemiz değişirken.

Haklı olmanın yetmediği artık aksiyoner olmak, katılımcı duruş sergileyip bu şehrin kaderinde iz bırakmak gerektiğini unutmadan yol yürümek olmalı asıl olan!

Onun dışında buyurun birlikte veryansın edelim hiçbir şeyin değişmeyeceğini bile bile…