Bir türkü diline dolanır, bazen bir şiir kalbine hislenir, bazen bir rüzgar hiç beklemediğin bir anda geçmişte aşina olduğun kederi kalbine boca eder. Bazen onca gürültü patırtı arasında kol saatinin saniyesinin çıkardığı ses dikkatini çeker, keşke o saniye, o saniye sesini duymasaydım dersin ama artık saniyeler tik, tak, tik, tak diye beynine işlemeye başlamıştır; bir müddet sonra o cılız sesiyle ortamdaki tüm sesleri nasıl bastırdığına hayret edersin küçücük saniyenin; “zamanın gücü işte” diye dalgaya vurursun ama dikkatini vakum gibi çeken o saniyeden alamazsın. Tüm bunları düşünürken sesi duymadığını farkedersin; farkettiğin anda yeniden tik,tak, tik,tak, tik,tak diye başlar.

Her şeyin her şeyle ilişki içinde olduğu bir yeryüzünde yaşıyoruz. Her gün muntazaman dükkanını sabahın yedisinde açan, günlük kıyafetini itinayla çıkartıp iş elbisesini giydikten sonra eline testeresini, zımparasını alıp tezgahının başına geçen, çırağının hep kendisinden önce dükkanı açmasını, kapısını süpürmesini, tezgahını hazırlamasını bekleyen ama bir türlü bu arzusuna kavuşamayan; hep geç kalan, işi beğenmeyen, zaman geçirsin için yanına verilen çıraklarla çalışmak zorunda kalmış; çocuklarının yanında kalıp işi öğrenmesine müsaade etmeyip okusunlar diye gayret etmiş, ama şimdilerde ellerinde bir sanatları olsaydı diye iç geçiren, bu halinden biraz muzdarip ama, alıştığı için de çok kafaya takmayan; işi yetiştirmek için bazen özensiz davranan, müşterisinin azlığından şikayet eden ama kazanın kaynadığına da şükreden bir marangozun, icra ettiği sanatının 13.7 milyar yıllık evrenin, 4 buçuk milyar yaşındaki Güneşin, 1 buçuk milyar yıl önce var olan ilk kara canlısının, 300 bin yıllık insanlık tarihinin tecrübesinin bir ürünü olduğunu bilmesi yaptığı işe özel bir değer katar mıydı?

“Şiirin çöküşü, Bizans’ın çöküşüyle/ el ele gidiyor burada, majesteleri.” Her şeyin her şeyle ilgili olduğuna dair ne güzel dizelerdi. Cahit Koytak’a selam olsun.

Her şeyin üstüne üstüne geldiğini söyleyen birisi, ters yönde gittiğini aklının ucundan bile geçirmez mesela. İnsan durmadan düşünemez. O sebepten, ne yapıyorsan bırak, dur, ne yaptığına bak ve sonra yapmaya devam et, eğer çok istiyorsan hala. Çünkü durmadan, yaptığın şeyin tam içindeyken, onun cezbesine, onun sürekli yapılıyor olmaklığıyla alışkanlığının kolaylığına kapılmış ve alışkanlık olmasından kaynaklı beyninin onu kendi içinde tutarlı bir şekilde açıklamasını sağlamış olabilirsin. İçindeyken göremiyor olabilirsin. Duyamıyor olabilirsin. Her şeyin farkında olamıyor olabilirsin.

Felsefe bilimin gelişmesi için insanlığın yerleşik hayata geçmesi gerekliydi. Ancak kurumsal düzen, düşünceyi de kurumsallaştırıp sistematik hale getirebilirdi çünkü. Konar göçerliğin tehlikeye kapı aralayan, hayatta kalmayı güçleştiren ve hayatta kalmak için çalışmayı önceleyen bir yanı vardı. İnsan böyle zamanlarda duramazdı, yazamazdı, çok fazla düşünemezdi. Medeniyetimizi biraz da durmaya borçluyuz yani.

Otelden çıkan son konuğun arkasından kapanan, konuğun hiç de fark etmediği, sadece kendisine çarpmasın için dikkat ettiği, çocuğu, arasına elini, kolunu sıkıştırmasın diye onu “hadi oğlum yürü” diye hızlandırıp önünden geçirdiği, kendisinin de geçerken üzerine yapıştırılan kocaman otel logosundan başka hiç bir şey görmediği ve bir sonraki sezona kadar açılmayacak olan otomatik kapının kapanması, çok da sıradan değildir mesela. Aslında her zaman yaptığı açılıp kapanma eylemi bu defa son kere olmuştur ve bir daha uzun bir süre açılmayacaktır. Belki son çıkan konuk otelden son çıkan konuk olduğunun dahi farkında değildir. Bunu bilse otomatik kapının son kapanışına, ardından hüzünlü bakışına dikkat kesilebilirdi belki de.

Günün sonunda bir romancının yarattığı roman kahramanının ölümü için ağlaması bana hep çok garip gelmiştir. Bir türlü anlam veremiyorum buna. Niye öldürdün? Niye ağlıyorsun?