Ben bir söğüt ağacıydım. Bozkırın kurak bir coğrafyasında yetiştim. İnsanların tandır dedikleri, ekmek pişirdikleri, yanındaki bir göz odada oturup muhabbet ettikleri bir yerin hemen önündeydim. Gelip geçenlerden dalıma dokunan da, yaprağımı koparan da, gölgemde oturan da olurdu. Hangi vesileyle olursa olsun insanların alakasından mutluydum.
Beni çeşmeden doldurdukları helkelerle sularlardı insanlar. Bazen de yukarıdan aşağıya doğru tüm arkadaşlarımın dibinden dolaşan bir arkla su gelirdi köklerime kadar. Aramızda rüzgarla, arılarla, kuşlarla haberleştiğimiz doğruydu. Ağaçların bir kısmı beni kıskanırdı bu da doğruydu; daha fazla ilgi gösterildiğim için, daha çok dokunulup sevildiğim için, daha çok şeyi duyup gördüğüm için. N’apalım, coğrafya kaderdi.
Benim de kıskandığım ağaçlar vardı tabii; “Göğü Delen Adam” kitabında kabile reisi Tuiavii’nin “yalnız yolunu şaşırmış, hastalıklı ve Tanrı’nın elini elinde hissetmeyen insanlar bu taştan yarıklar arasında güneşten, ışıktan ve yelden yoksun kalarak mutlu olabilirler…Bizim güneşli kıyılarımıza taş kutularından dikmeye çalışırlar…Mutluluğumuzu taştan kutular, gürültü, duman ve yarıklarla yok etmeye çalışırlar…” dediği gibi, insanların ev dedikleri, içinde yaşayıp barındıkları, toprağın kalbine saplanıp canını yakan, soğuk yüzü ve sert mizacıyla hiç sevimli olmayan betondan binanın balkonunun hemen köşesindeki kayısı ağacını mesela, çok kıskanırdım. Elma büyüklüğünde kayısı verir, çok sevilir, dalına tırmanılır, çok alaka gösterilirdi ona. Bana yakın olduğu için her şeyine şahittim.
Önceleri çok kalabalıktı buralar, dalıma tırmanan da vardı, sırtını dayayıp soluklanan da. Hiç eksik olmazdı etrafımda insanlar. Avluda top oynayan çocukları da görürdüm, az ilerde bahçe çapalayan kadınları da. Akşam çökünce güne, yorgunluk gözlerinden okunurdu hepsinin. Ben yerimde dururdum, rüzgar güçlü esmediyse, suyum zamanında verildiyse, bir de ahırdan kaçan büyükbaş hayvanlar dallarımı tutup çekiştirmedilerse çok yorulmazdım durduğum yerde. İnsanların oradan oraya işlerinin peşinde koşturması bitmezdi ama. Çocukların dahi üstlendikleri sorumluluklar vardı; ahırdan kaçan hayvanlar dedim işte, ara sıra gün yüzüne çıkan, beyaz baş örtüsünün bembeyaz teniyle bütünleştiği, bir elinde bastonu, öbür elinde 99luk siyah, sadece imamesinin iki yanındaki boncukların kırmızı olduğu, boncuklarından birine çektiği virdin sayısını şaşırmasın diye sarı, küçük firkete takılı olan tespihiyle, ayağında yandan fermuarlı küçük krom düğmeli meshiyle ve kara lastiğiyle ağır ağır yürüyen, ama sesi yaşına göre oldukça gür çıkan evin babannesinin “koma, koma, koş yetiş” çığlıklarıyla, dalımı çekiştiren hayvanların önünü çevirip, ahıra dıkmak onların göreviydi mesela.
Geniş bakır sinilerin etrafında bağdaş kurulup oturulan, çocukların kesilen karpuzun kabuklarında kalan, beyaza yakın pembe kısımları kemirmek için karpuz kabuklarını kapıştığı, sofrayı kuran kadınların da çocukların bunca çabasına rağmen karpuzu hep en dibinden sıyırarak kestiği, çoğu kere yayvan, dışı yeşil, içi krem rengi emaye kaplarla bulgur pilavının sininin ortasına konulduğu kalabalık akşam yemekleri eskide kalmıştı artık, yemekten sonra tandırın önünde ateş yakılıp, bahçeden toplanan mısırların közlenmesi de. Hiç unutmuyorum, evin bütün horantası ateşin başında toplaşır, evin büyükannesinin közlediği mısırları beklerlerdi. Evin kızları çayları dağıtır, mısırını bitiren ikincisi için sıraya girer, çocuklar aralarında kapışır, didişirdi. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar ateş başında oturulur, muhabbetler edilirdi. Şimdilerde kimseler kalmadı buralarda. Ne dalıma tırmanan çocuklar, ne gölgemde oturan insanlar. Ateş yakıp mısır közleyen de yoktu, kıskandığım kayısı ağacından kayısı toplayan da.
Şehir dedikleri, her türlü kolaylığın olduğuna inandıkları yerlere taşınma cesaretini gösterdikçe insan, bunun en büyük kabusuna dönüşeceğini o zamanlar bilmiyordu. Sahip oldukça, sahip olduğunu düşündüğü şeyler ona sahip oluyordu; rahatı ve huzuru için sahip olduklarını, kaybetmeme hırsı ve telaşı, günün sonunda rahatını bozuyor, huzurunu kaçırıyordu. Buralardan elini eteğini iyice çeker olmuştu insan. Farkında değildi, belki çok sonra anlayacaktı ama doğduğu, yetiştiği, suyunu içip, ekmeğini yediği topraklara sırtını döndükçe kendine de uzaklaşmaktaydı.
Ben bir söğüt ağacıydım, gözümün önünde oldu her şey. Köklerimle, dallarımla, yapraklarımla şahittim bütün olan bitene. Gidenlerin geri gelişlerindeki yüzlerinden okudum eskiye olan özlemlerini. Kabul etmeseler de, fark etmeseler de durup durup uzaklara dalışları kendilerinden uzaklıklarını ele vermekteydi. Ben bir söğüt ağacıydım, kökümle ve bütün gücümle yetiştiğim yerdeydim.