Bu yazıda siz okuyucularıma, Şubat 2020 tarihinde çıkan ve çok kısa sürede 2. Baskısını yapan “Bizi Biz Yapan Hayallerimiz Vardı” kitabımdan bazı bölümleri takdim ediyorum.

“Bize göre burası tıpkı “mabet” gibi “kutsal” bir yerdi “Ocak” tı. Buraya çok şey verilir, çok fedakârlık yapılır ancak buradan sadece ve sadece “terbiye”, “dürüstlük”, “ahlak”,” fazilet”, “ülkü-ideal” ve “Milli şuur” alınırdı ve biz bunları bol bol almıştık. Burası “Ocak”tı burada sadece “Olunur” du. Dürüst olunur, çalışkan olunur, faziletli olunur, Ülkücü olunur, Milliyetçi olunur, Türk Milletini sever olunur, Türk’ün büyüklüğüne inanılır olunur, İslam’a saygılı olunur, hayata ve dünyaya Milli bir pencereden bakılır olunur, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” ne inanılır olunur, hasbi olunur, dost olunur, arkadaş olunur, vefalı olunur, dava adamı olunur. Evet, her şey olunur fakat asla “Fitne-firak” olunmazdı.” (S: 386)

“Eskiden bazı arkadaşlar eğer kendileri bir kavganın içindeyseler o kavgayı büyük bir kavga ve büyük bir kahramanlık gibi takdim ederlerdi. Eğer kendileri kavganın içinde değillerse, o kavgayı kim yaparsa yapsın önemsemezlerdi. Bu arkadaşlarda kendileri nerede iseler orayı önemli hale getiriyor, önemli görüyorlar, Eğitim Enstitüsüne ağırlık veriyorlardı. Ama Yozgat sadece Eğitim Enstitüsü’nden ibaret değildi. Dernek okuldan idare edilemezdi, dernek de okul da dernekten idare edilmeliydi, hatta diğer tüm işler de dernekten idare edilmeli tüm temsilcilerin, tüm arkadaşların dernekle irtibatı olmalıydı.” (S: 408)

“İşin garip tarafı, “Vatanım; ha ekmeğini yemişim ha uğruna kurşun” sloganını benimseyen Ülkücü düşünceye sahip olduklarını ifade eden bazı Ülkücü arkadaşlar, öğretmen olarak tayinleri yapılan köyleri beğenmeme gibi bir tavır içine girmişlerdi. Bir “Ülkücü olarak vatan toprağının her yeri birdir, neresi olursa orada görev yaparız” düşüncesinde olanların ne yazık ki bu düşüncelerinden ayrılmış görünüyorlar ve görevlendirildikleri köylere gitmek yerine Ülkü-Bir Derneğinde beklemeyi aracılar ve çeşitli torpiller bulma gayreti içinde olmayı tercih ediyorlardı.” (S:425-426)

“Bir bilinmeyene, sonrasını fazla göremediğimiz bir yere doğru koşar adım ilerliyorduk. Fakat biz mi gidiyorduk, arkadan bizi itekliyorlar/kovalıyorlar mıydı? Bizi birileri götürüyorlar mıydı, önümüzden birileri çekiyorlar mıydı pek bilmiyorduk. Ama biliyoruz ki şöyle ya da böyle biz de gidiyorduk, bu gidiş normal bir gidiş miydi, yoksa belirsizliğe doğru sürükleniş miydi pek belli değildi.” (S: 443)

“Türkiye genelinde kanlı terör devam ederken; Biz Yozgat’ta bu gibi olayların olmamasına seviniyor, her yerde ve her durumda, her mecliste aklıselimden, sükûnetten söz ediyor hiçbir şekilde teröre ve anarşiye bulaşmamak gerektiğini öğütlüyorduk. Biz ve pek çok aklı başında insan böyle söylemiş olmasına rağmen bizim gibi düşünmeyen insanlar da vardı. Türkiye’nin herhangi bir yerinde bir olay meydana gelmişse biz Yozgat’tan o olayın cevabını vermeliydik. Böyle düşünüyor ve vukuat istiyorlardı. Bazı “buyurgan”ların ilerde olması muhtemel çatışmalara hazırlamak gibi bir ortamın içine giriyor oldukları söyleniyordu.” (S:474)

“16 Temmuz 1980 tarihli Hürriyet gazetesinde manşetten çıkan bir haber Yozgat’a ve Türkiye’ye bomba gibi düşmüştü. Hürriyet gazetesine bir beyanat veren İl başkanımız Ruhi Bacanlı ağabey yine Yozgatlı olan ve Hürriyet gazetesi muhabirliği yapan sol görüşlü Saygı Öztürk’e konuşmuş, (Saygı Öztürk o günlere gelmeden de Yozgat’ta sol görüşlüler miting ve yürüyüş yaptı diyerek toplanan üç beş kişiyi üç yüz-beş yüz yapmış ve uydurma bir habere imza atmıştı) muhabir bu önemli haberi manşetten verirken İl Başkanı Ruhi Bacanlı ağabeyin de Yozgat tabelası önünde ve elinde silah olan resmini kullanmıştı. “ (S: 481-482)

“Yozgat konusunu elbette en iyi bir şekilde yine Yozgat’ta yaşayanlar bilebilirlerdi. Yozgat’ta yaşayanların tamamının ise bu konuları bilme imkânı da ne yazık ki yine yoktu. Çünkü koşar adım bir yerlere doğru gidiliyordu, insanlar, hatta seçkin vatandaşlar bile bu hengâme arasında nereye doğru gittiğimiz konusunda sağlıklı bir bilgiye sahip değillerdi. Genç insanların ise bu gidiş konusunda ne yazık ki yeterli bilgileri yoktu. Bu gidişin bir görünen yüzü vardı ki toplum giderek daha keskin hatlarla ikiye ayrılıyor, insanlar birbirlerine düşman gözüyle bakıyor, şehirler, ilçeler, mahalleler, semtler, alışveriş yerleri, kahvehaneler, pazarlar bile ayrılıyordu.” ( S: 496)

“Biz o kadar mücadele etmiş, vatan ve millet için kanımızı canımızı sebil etmiş, binlerce şehitler vermiştik. Bir o kadar da kutsal olduğuna inandığımız davamız vardı ve bu dava Türk Milletini çağlar üzerinden sıçratacak ve muasır medeniyetin en önüne geçirecekti. Bizim tek derdimiz milletimizin mutluluğuydu. Bu kadar halisane düşünceler içinde olduğumuz halde iktidar denilen “nazlı gelin” hiçbir şekilde bizden yana bakmıyordu. Onun gözü hep başka taraflarda oluyordu.

Halbuki bizim neyimiz eksikti?, diğer iktidar sahiplerinden daha mı az milliyetçiydik?, daha mı az bilgiliydik?, daha mı az cesurduk?, daha mı az ahlaklıydık?, milletimizi daha mı az seviyorduk da neden iktidar denilen bu “nazlı gelin” bize bakmıyor hep bizden yüz çeviriyordu.

Bu iktidar denilen nazlı gelin acaba bize güvenmiyor muydu? Güvenmiyorsa neden güvenmiyor neden bize de bir fırsat tanımıyordu?. Anlamak mümkün değildi.” (S:505-506)