Birkaç gün önce varlık sebeplerim olan annem ve babamla bir araya geldik. Hürmet, saygı, muhabbet ve özlemle ellerinden öpüp, sımsıkı sarıldıktan sonra sohbete daldık hiç farkında olmadan. Her cümlelerini pür dikkatle ve kıymetli nasihatler addederek dinlemeye koyulduk. Hal hatırın ardından konu konuyu açtı ve kendimizi babamın ( Çamlık Gazetesi şairlerinden Mehmet Ali İLBAŞ) o eşsiz ve muhteşem tarih kokan kıssalarının ortasında bulduk. O günkü konumuz Battal Gazi idi. Babası Hüseyin Gazi’nin hayatının ardından, Battal Gazi’nin hayatını da dinledik babamın sanki o anları yaşıyormuş gibi anlatan büyülü cümlelerinde. Tıpkı çocukluğumdaki gibiydi. Otuz yıl öncesine aldı götürdü beni bu hikâye. Tek kanallı televizyonumuzu kapatıp, hayran hayran babamı dinlediğimiz o günlere… Uzun kış gecelerinin kısa geldiği, bitmesini istemediğimiz o gecelere… Israrla isterdik kıssalar anlatmasını ve toplanırdık etrafına, o çocuk ruhumuzla tek bir kelimesini bile kaçırmamak için, bacaklarımız uyuşana kadar dinlerdik babamı. Doyumsuz olurdu o anlar ve beynimize yerleştirmeye çalışırdık anlattıklarını. Gözleri dolu dolu olurdu çoğu zaman ve çaktırmadan bizler de silerdik kolumuza akan gözyaşlarımızı. Belki de tarihi, ben sadece babamın anlatışında sevdim o yıllarda. İple çekerdik bir sonraki anlatacağı geceyi. Öyle her gün anlatmazdı. Bıkmayalım diyeydi belkide. Aradan biraz zaman geçerdi ve özlettirirdi o eşiz dakikaları bizlere. Televizyondaki programlar hiç umurumuzda olmazdı. Ne bilgisayar ne de cep telefonu o yıllarda zaten yoktu hayatımızda. O kıssalarda öğrendik vatan, bayrak, millet sevgisini, büyüklere saygıyı, küçüklere sevgiyi, misafire hürmeti, düşküne yardım eli uzatmayı, bir lokmayı bile paylaşmayı, hatası olanı hoş görmeyi, vefayı, cesareti, koca yürekli olmayı…vs. Her kıssada dersler vardı bizler için ve marifet kuru kuruya dinlemek değil, o geceki nasibimizde olan dersi almaktı. İşte yine tıpkı böyle bir gece yaşadık geçen gün. Hayran hayran dinledik babamı ve aynı soru takıldı yine aklımıza; “ Nasıl oluyordu da babam, taa küçükken köy odasında büyüklerinden dinlediği bu kıssaları satırı satırına hatırlıyordu, bu nasıl bir zekaydı ve hâlâ taptazeydi tarihin çoğu detayları?” Maşallahlar dile getirerek dinledik babamı. Düşünüyorum da, bizim çocuklarımız dinler mi bizleri tıpkı bizim babamızı dinlediğimiz gibi? Elinden düşürmediği cep telefonuna, tabletine, bilgisayarına ya da gözlerini ayırmadığı televizyona ara verip dakikalarca bizleri dinlerler mi acaba? Çağımızın bağımlılıklarına kaç dakika ara verebilirler? Bunun müsebbibi çağımızın gelişen teknolojisi mi, bizler miyiz acaba? Dinletebiliyor muyuz kendimizi evlatlarımıza, öğretebiliyor muyuz hayatın erdemlerini hakkıyla? Gündüz çalışıp akşam yorgun argın eve gelip, işleri bitirdikten sonra kendimizi ya elimizde kumanda tv başında ya da cep telefonundaki sosyal medya dünyasında buluyoruz. Vaktimiz mi yetmiyor çocuklarımızla yeterince ilgilenmeye, ya da üşeniyor muyuz? Benim babam da çalışıyordu o yıllarda, hem de sobası olan bir dükkanda, dokuz çocuğunu geçindirmek ve okutmak için, ellerini çoğu zaman nefesiyle ısıtarak.
Çocuklarımız hata yaptığında, suç işlediğinde sorumlusu ya çocuğuz oluyor, ya da çağımız. Ve başlıyoruz kıyaslamaya; “ Bu çocuk hiç benim çocukluğuma benzemiyor, hiç laf dinlemiyor, bizde büyüklere saygı vardı, affetmek vardı, bu çocukların işi gücü karşılık vermek, kavga etmek vs. ” diye.
Sâhi tarih dedik madem, kaç tane tarihi olay biliyoruz ya da ecdadımızdan kaç kişinin hayatını biliyoruz çocuklarımıza anlatacak, anlattıklarımızla çocuklarımızın dersler çıkarmasını sağlayacak, hayatın vazgeçilmez erdemlerini öğretecek?
Galiba çocuklarımızın bizim çocukluğumuza benzememesi normal…