Sabahattin Ali gündeme geldikçe çok kızıyorum.
     Doğduğum, yaşadığım ve bir şekilde topraklarında gerçek aleme gitmeyi arzuladığım şehir ve insanları hakkında yazdıklarını kabullenemiyorum.
     Acımasız, hoyratça ve gelişi güzel kaleme aldığı ifadeleri ömrüm var oldukça asla kabul etmeyeceğim.
     Bugün içinde bulunduğumuz durumu tahlil etmeye çalıştığımızda aslında kocaman bir ‘mutsuzluk’ yumağı çıkıyor karşıma. 
     Her geçen gün büyüyen bir mutsuzluk yumağı karşısında giderek ezilen, duyguları törpülenen, tebessümü adet yerini bulsun türünden etrafına saçan mutluluk cimrisi bir toplum olmuşuz.
     Tek kelime ile içinde bulunduğumuz ruh dünyasını anlatacak olursak: Mutsuzuz.
    Kendimizden mutsuzuz.
Yaşadığımız şehirden mutsuzuz. Yürüdüğümüz kaldırımdan mutsuzuz. Yaptığımız işten mutsuzuz.  Umutları umutsuzluğa vereli yıllar olmuş, yarına dair umutsuzuz.
    Hal böyle iken mutlu olanlardan mutsuz, umutlu olanlardan umutsuzuz.
     Umudun ve mutluluğun suç kabul edildiği bir şehirde Bozok Yaylası edebiyatına tutunmuş gidiyoruz o pusulası olmayan yolculukta.
    O yüzden tadı yok ne Lise Caddesi’nde gördüğümüz yüzün, ne de Yozgat’a dair edilen kelimelerin. Yıllarca bu gerçekle seslendim, bizim fabrikalar, iş sahaları, memur, işçi alımlarından önce mutlu olmaya ihtiyacımız var.
     Tarihin derinliklerine iniyorum 50 yıl öncesine daha mı mutluyduk diyorum.
     Yokluk omuzlarımıza karabasan misali çökse de umudun adıymış insanlar arasındaki muhabbetin mayası.
    Bereket, aslında insanın insana olan tebessümü, hatır denilen muhteşem terazinin toplum hayatına sunduğu dengeymiş. Ekmeğin yarısını paylaşmakla tükenmeyen lokmalar, Lokmaların azalması ile aç kalmayacağını bilen hayır gönüllü insanlarımız varmış Yine var elbette ama sanki organik lezzete muhtacız toplum hayatında.
     Mutsuzluğun sebebini karanlık mahzenlerde aramaya gerek var mı bilmiyorum ama mutluluk adına çakan kıvılcımları da söndürmeyelim. Bu şehri, Bozok Yaylası’nın gülen insanlarını arıyorum, buyurun birlikte arayalım lütfen buyurun.