O; bu toprakların yetiştirdiği en ilkeli, en namuslu, en temiz, en mert, en dürüst ve en mütevâzı siyâsîlerden birisiydi. O; ceylan derisi koltuk ve kırmızı plâka derdine hiç düşmemiş, paraya pula hiç tamah etmemiş, şana şöhrete hiç değer vermemiş; “akçalı işlere” hiçbir zaman meyletmemişti. Çünkü o; dünyevî ikbâl peşinde koşmayanlardan, şahsının ya da partisinin menfaatlerini ön plâna çıkarmayanlardandı. Çünkü o; nefsânî ihtiraslar ve fânî makamlar için başkalaşım geçirip, ideâllerini rafa kaldırmayanlardandı. Çünkü o; kalbini ve beynini hiçbir zaman midesinin emrine vermeyenlerdendi… Çünkü o; ilkeleri olmayan köşesiz siyâset adamlığına ya da köşe dönmeciliğe teşne bir vatanperverliğe veya nefsî arzulara peşkeş çekilen bir mâneviyatçılığa değil; hükümet menzilli siyâsî hedeflerin çok ötesindeki kültür ve medeniyet mihverli bir ideâlizmi, inanç ve ahlâk nizamının hâkim olduğu bir yönetimi ve güçsüzün güçlüden hakkını aldığı bir adâlet sistemini savunan, memleketin “aç hürler, tok esirler ülkesi” olmaması için mücâdele veren, gelecek seçimleri değil gelecek nesilleri düşünen, millî mefkûrelere ve yeniden “Gül” Medeniyetinin inşâ ve ihyâsına tâlip olan ülkücü bir siyâsetçiydi.
O; harama, yalana, talana aslâ meyletmemiş ve maddî sıkıntıdan da hiç âzâde kalmamış bir hareketin lideriydi. Zâten o’nun alın teri değmemiş bol sıfırlı banka hesapları olmamıştı. Bu sebeple o, baştan sona bütün siyâsî hayatında hep para sıkıntısı çekti, hep yokluk ve zorluk yaşadı. O ve arkadaşları; çoğu zaman parasızlıktan parti binasının kaloriferlerini bile yak/a/madıkları için parti genel merkezindeki odalarında paltoyla oturmak mecbûriyetinde kalmıştı. Zâten onun bahtına hayatı boyunca hep “üşümek” düşmüştü… O, soğuktan donarken, Çeçenistan cihâdı için teşkilatından topladığı 80.000 dolar yardım parasını olduğu gibi Çeçenistan Fahri Başkonsolosu rahmetli Medet Ünlü’ye teslim ederek Cehar Dudayev’e göndermişti.
O; her işinde olduğu gibi siyâsette de ‘Allah (c.c.) hatırından daha âlî bir hatır, vatan ve millet çıkarından daha üstün bir menfaat’ olmadığını yaptıklarıyla ortaya koymuştu. O; “Allah’a îman ettim de ve dosdoğru ol!” Nebevî emrini her hâline rehber edinen, hep “sırât-ı mustakîm” üzre yürüyen ve kâliyle hâlini birleştiren nâdir siyâsetçilerdendi.
O; hep doğruları söyledi, hep hakkı haykırdı ve Hak bildiği yoldan aslâ tâviz vermedi. O; hiçbir zaman ümitsizliğe düşmedi, hiçbir şartta inandığı yolda geri dönmedi. O, bizim başımız hiç yere eğdirmedi, bizi hiçbir zaman sukût-ı hayâle uğratmadı. İllegal yapılanmaların içinde hiç yer almadı. Hukuk dışı uygulamalara hep karşı çıktı. O, “Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövmedi”, “zulmü alkışlamadı, zâlimi aslâ sevmedi”, birilerinin müsaade ettiği kadar milliyetçilik yapmayı, zinde güçlerin izin verdikleri nispette inançlı olmayı kabul etmedi; inandığı yolda dimdik yürüdü, kırılmayı göze aldı, fakat hiçbir zaman eğilmedi, bükülmedi.
O; “Bir sâniyesine bile hâkim olamadığımız, hükmedemediğimiz bir hayat için, bir dünya için fırıldak olmanın anlamı yoktur.” dedi ve üç günlük dünya için hiç kimseye eyvallah etmedi… Çünkü o, günümüz politikacı tipine her hâl ve davranışıyla aykırı bir kişi olması sebebiyle; siyâsetin içinde olmasına rağmen hiçbir zaman “politikacı” olmadı… Çünkü O; “İnanmadığım yolda milyonların önünde yürümektense, inandığı Hak yolda tek başına yol almayı tercih ederim.” diyen kâmil bir Müslüman, “hâlis bir Türk” ve başı dik, gözü pek, alnı ak, sevdâsı Hak olan örnek bir dâvâ adamıydı.
O; çok az siyasetçiye nasip olacak dümdüz bir çizgide yürüdü. O; sözünün eri, kararlı ve mertlik timsali bir siyâsetçiydi. Çünkü o; klâsik politikacı ahvâline değil İslâm ahlâkına sahipti ve günümüz siyâsetinde geçerli olan kurallara değil, Türk-İslâm Ülküsü’ne bağlıydı. Çünkü o; ideâlindeki siyâseti, reel politiğin önüne koyan, hesâbî değil hasbî olarak siyâset yapan ve millet devlet bütünleşmesini arzulayan birisiydi. O; “güç zehirlenmesi” yaşayan, gerilimden nemalanan; birleştirip bütünleştirmeyen, ayrıştıran, ötekileştiren, kutuplaştıran; nefsine yenik düşen, dünyevî arzulara teslim olan, “Hârun gibi gelip Kârun gibi giden” tekebbür âbidesi politikacılardan değildi.
O; hiç kutuplaştırıcı olmadı; ölçülü, seviyeli, kuşatıcı, kucaklayıcı, yapıcı, birleştirici, bütünleştirici, müsâmahakâr, nefsine hâkim, sabırlı, naif, nezâket ve tevâzû sâhibi, saygılı, diyaloğa açık, îtidalli bir siyâsetçiydi. Bu sebeple o; siyâsete seviye, siyasetçiye de şeref kazandırdı. Çünkü o; körü körüne particilik yapmadı. O; âslâ “masa - kasa - nîsâ” peşinde koşan ihtiras sahibi bir kişi olmadı. Çünkü o; dış güçlerden yardım almadan, yalan ve hileye başvurmadan, doğruları söyleyerek ve dürüst bir şekilde seçim kaybetmeyi izzet bilen; birilerine diyet ödemeyi, alçalarak yükselmeyi, ayak oyunlarıyla seçim kazanmayı ve güdümlü olarak gâlip gelmeyi zillet kabul eden, hiçbir zaman millî, İslâmî ve insânî çizgisinden, Ay-Yıldızlı sevdâsından ve Türk-İslâm Dâvâsı’nda vaz geçmeyen, bu sebeple de herkese güven veren, muhalifleri tarafından da “adam gibi adam” denilen emîn bir insandı. Çünkü o siyâseti olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi yürütenlerdendi…
O; “Kim Allah’ın rızasına uygun hareket ediyorsa, o bizdendir. Kim Allah rızasından uzaksa bizim dışımızdadır.” diyenlerdendi.
O; iktidara ulaşmak için her yolu deneyen, her şeyi mübah gören, küresel güçlere arzularını emir telâkkî eden ve dünya menfaati için şerefini kaybedenlerden aslâ olmadı.
O; “Ben tertemiz ellerimi size uzatıyorum… Bu eller kire hiç bulaşmadı. Bu eller ihânte hiç ortak olmadı. Bu eller tertemiz bir mâzînin hâtıralarıyla dolu bir kuşağın bu güne uzattığı ve kutlu bir geleceğe birlikte yürümek için akitleşmek isteyenlerin elidir.” dedi ve bizler de onun bu sözlerinin doğru olduğuna dünyada da, âhirette de “El-hak!” diyerek şehâdet edeceğimiz gibi; onun hiç kimseyi aldatmadığına, zulme destek olmadığına, inanmadığı hiçbir şeyin altına imzâ atmadığına, zinhar yüzümüzü kızartmadığına, fâni sevdâların peşinden gitmediğine ve aslâ gönüldaşlarına vefâsızlık etmediğine de şâhidiz.
O; demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne sonuna kadar saygılı, vesâyet odakları karşısında pervâsız, tâvizsiz, dik duruşlu bir mücâdele adamıydı. O; jakoben uygulamalara alkış tutan, millî irâdeyi tornadan geçirilmesi gereken bir tercih olarak gören, daha sonra da “demokrasi havârisi” kesilen tatlı su demokratlarından değildi. Gerçek anlamda sivilleşmeyi savunan, bir Türk milliyetçisi olarak milletin tercihlerinin baş tâcı edilmesi gerektiğine inanan, TBMM’si üzerine ne hâricî, ne dâhili, ne hâkî, ne de bürokratik vesâyet gölgesinin düşmemesi gerektiğini erkekçe duruşuyla her zaman ve her şartta ortaya koyan çok cesur bir siyâset adamıydı. O, ne inanç hürriyetinden ne vatanın bölünmez bütünlüğünden ne Türklüğünden ne millî kültürden ne demokrasiden ne insan haklarından ne de hukukun üstünlüğünden aslâ tâviz vermedi. Çünkü o; Allah(c.c.)’tan başka hiç kimseden korkmayan, hiçbir beşerî güç, kuvvet ve kudret sâhibinden ayak çekmeyen, en tehlikeli süreçlerde; 80 öncesinde,12 Eylül’de, 28 Şubat’ta, 27 Nisan’da… yâni “erliğin darlıkta belli olduğu günlerde” gözünü daldan budaktan zâlimler karşısında sözünü dudaktan sakınmayan, her zaman Hakk’ın yanında ve haksızlığın karşısında yer alan, zâlimler karşısında hakkı söylemekten hiçbir şartta çekinmeyen; gözünü kırpmadan, ardına bakmadan inandığı doğruların peşinden ölümüne giden “Erkek olmak alın yazısı olsa da her kula nasip olmaz.” diyen ve aslâ recûliyet eksikliği göstermeyen “Kadife eldiven içindeki çelik yumruk”tu.