Canım babam (Çokk özledim Mekânı cennet olsun),
belki de dünyanın en iyi babasıydı.
Bizi hayata atılmaya hazırlarken, değil bir kaba kuvvet, bir fiske dahi vurmamıştır evlatlarına. Biz de evlatları olarak babamıza her zaman büyük bir saygı ve sevgi duyduk..
Bizden böyle bir talebi olmamasına rağmen yanında Türk sanat müziği dışında müzik dinlemedik, çok sevdiğini bildiğimiz için. Neşet Ertaş olursa Türk halk müziği de dinlerdik.
Genellikle her evde bulunan uzun dikdörtgen , siyah radyomuz sık sık bozulup radyocu Doğan’da yapılıp gelirdi.
Ve biz sadece radyo dinlerdik . Teyp açıp, Ferdi baba, Müslüm baba, Orhan baba, Ümit Besen, Ferdi Özbeğen dinlersek, belki minicik kalbimiz sevdaya mı düştü gibi bir his yaratmamak için bunu gizli gizli yapardık. Hoş, Neşet Baba da hep sevda türküleri okurdu ya!
Babam benden su ister, “Bardağı bana ver, üç adım geri git, iki elini göbek kısmında birleştir, ben suyumu içtikten sonra bardağı bir adım öne gelip al, iki adım geri gittikten sonra dön ve git, bunu öğren ama bana her gün yapmak zorunda değilsin” derdi.
Bu aslında çok büyük bir hayat felsefesi, bütün hayatım boyunca kılavuz olup yol gösteren bir eğitim şekliydi..
Ve bunu anlatırken çok mütevazı, nazik bir tavır takınırdı.
Ahhh!!! canım anneme gelince, onu anlatmaya günler yetmez, ara sıra eli kayardı, nadiren de olsa ablama ve bana
ama abilerime saplı tas ile ani şoklar yaşatırdı.
Eğer mahallede bulamayıp, Devrim İlkokulu'nun altındaki tarlada top koştururken bulursa, çok da yorgun bir anına gelmişse,
uzun süre arayıp bulamamışsa, onun bedelini ödetirdi….
Canım annem, çeşmeden yıkıl düş, süne süne getirdiğimiz suları,
en az iki kişinin yerinden zor kaldırabileceği büyük plastik bidonlara istif ederdi. Sekiz baş horantanın temizliğine az uz su mu yeter? Üstelik, evimiz barkımızda türüm türüm tüter, her zaman tertemiz olurdu. Şimdiki elektrikli aletlerle yapılmasına rağmen
o kadar da iç açıcı olamayan temizliklere inat…
Çünkü her işimize mahalle bakkalından aldığımız, naylon torba içinde üzeri kırmızı yazılı “Şaşmaz” toz deterjan kullanırdık.
Bakkal amcadan, deterjan almaya gittiğimizde, paramız artarsa, hani şu; karton kutularda satılan, komşularla sohbetlerde çaya batırılan, uzun dil şeklindeki bisküvilerden alır, Şaşmaz'ın kokusu sinmiş haliyle, afiyetle yerdik…
Evimiz, her gün, Unpazarı'ndan alınmış, bir ay bile geçmeden beli kırılan, yenisi almak gerektiğinde rahmetli babamın her seferinde
“Ne tez belini büküyon aaasikli, Unbazarı'nı yol etmekten utanır oldum” diyerek tatlı tatlı sitem ettiği ot süpürgeyle süpürülürdü…
Hepinizin bildiği gibi ara sıra komşu kavgaları da olmaz değildi. Ama, bu pek yerli Yozgatlı komşular arasında olmasa da genellikle; tek kat müstakil evlerimizin avlusuna, analarımızın ısrarıyla "Gel herif şuraya iki goz oda yapah! Yuha ekmek yığar, böğrüne gara gada gor, fırınlı sobada kışın çörek eder, etrafına sekilenirik. Gördüğüm evi batırmıyah“ diyerek yaptırdığı bahçe evinin yıllar sonra, evlat uşak evi terk edip, çoluk çocuğa karışıp,
tek başlarına kaldıklarında, her zaman kendine can şenliği arayan memleketimin güzel insanının, Yozgat’ı tercih etmiş etraf köylüye verdiği iki odayı kiralayıp yaşayan insanlar arasında çıkardı.
İşte bir gün böyle bir kavga esnasında, kiracı beylerden birinin ağız dalaşına girdiği komşu hanıma” git aaasikli, Hayır mübarek günde beni günahkâr etme” diyerek hayıflandığı bir anda Yozgatlı olmayan kiracı hanımın, “sen nasıl konuşuyorsun benim neyim eksik” diye verdiği cevap sonrası şimdiye kadar defalarca duyup ne demek olduğunu araştırmak gereği duymadığım bu sözün anlamını öğrenmeye karar verdim. Ne yazık ki sonuç pek iç açıcı olmadı. “Eksik etek” yani kadınların erkeğe göre noksan yanlarının olduğu, göz önünde bulundurularak söylenmiş, halk arasında bir çok kişinin ağzına yer etmiş, talihsiz bir benzetme olarak dimağıma kazındı.
Annemin bir yandan ev temizliği, yemek, bahçe işleri, derken bahçeye 2 biriketi üst üste koyarak inşa ettiği, çalı çırpı toplayıp, yaktığı ocakta, devamlı su ısınırdı. Yanan ateşin közleri içinde mutlaka beş altı patlıcan, üç dört tane soğan, son aşamada sivri biber ve domates közlenir, yufka ekmekle dürüm yapılıp afiyetle yenirdi. Tabii ki bol sarmısaklı….
İşi gücü bitirip, sıra abilerimi yıkamaya gelince, mahalleyi aramaya koyulur, uzunca çabalar sonrası tarlada top koştururken bulup eve getirir, soyundurup bahçedeki kömürlüğün önüne hazırladığı teştin içine oturttuktan sonra, saplı tası yağarnının ortasına, ya da her yaz berber amcanın sıfıra vurup ortaya güverdiği kafasına yediğinde, suyun içinden yarı çıplak, ıslak ıslak kaçıp “ anne gıı dövecektin de, neye doğurdun” diye ağladıklarını, tekrar gelip çaresizce teştin içine oturup kuzu kuzu yıkandıklarını dün gibi hatırlıyorum..
Velhasıl, sofralar kurulur tek kanallı TRT' de ramazan sohbetleri, ilahiler, büyük bir iç huzuru, Yaradan'a verilmiş sözün tutulmasının gururu ile, bütün gün aç ve susuz kalmış bedenin dinginliği eşliğinde izlenirdi. İftara yarım saat kala mahallemizin en yaşlı, görmüş geçirmiş teyzesinin bahçesindeki kömürlüğünün damında, orta yaş, çoluk çocuk, genç top mahallesini, topun atıldığı kışlanın alt bahçesini, en iyi görebilecek yerde toplanırdık. Ama ne güzel bir toplantıydı bu!
Hepimiz can ciğer, hepimiz saygı sevgi içerisinde, sabahtan beri oyuna doymamış erkek çocukları buldukları üzeri tokmaklı , kahverengi belki üzerinden bir asır geçmiş çatal kapıların arkasına gizlenip sobe oynamaya devam. Her evde bulunan küçük toprak testiler, buz gibi Kumdöken'den doldurulmuş Çamlık suyu elimizde pür dikkat topun patlamasını beklerdik.
En sonunda o unutulmaz, aradan yıllar geçse bile her hatırladığımda gözlerimin dolduğu o an gelir. Top atılır, ezan okunur, kimimiz oracıkta açar orucunu, kimimiz ışık hızıyla eve koşar, evde o muhteşem yer sofrasında, dualar eşliğinde yerimizi alıp iftarımızı, ailemizle birlikte açardık.
Devamı yarın sevgiler, hürmetler. hayırlı ramazanlar…