Bu konuyu çok merak ediyorum, şehirler, köyler, kasabalar bütün yerleşim yerlerinin bir “çamlığı” var mıydı? Ve orada yaşayan insanlar için bu ormanlık alan, ana gibi, eş gibi, evlat gibi kutsal ve bu kadar değerli miydi?
Ben, çamlığı avucumun içi gibi bilirim. Belki basmadığım tek bir karış toprağı bile yoktur dersem sanırım abartmış olmam. Bizi, öylesine bağrına basar, sarar, sarmalardı ki, kulağımızdaki küpe, saçımızdaki toka, elimizdeki kına pilavımızdaki çiğdem ona aitti. Küfür küfür esen yeli, buz gibi akan suyu, üzerine pekmez döküp yedigimiz karı. Başımızın dumanı, yüreğimizin sevdası, türkülerimizin en güzel teması. Çamlık! Bizim her şeyimizdi.
Elimize su doldurmak için aldığımız su bidonlar, patika yollardan geçe geçe, baktığımız her yerinde taşında toprağında, ağacında, bir başka güzellik göre göre, günlük hayatın stres ve yorgunlugunu tamamen unutur, yaradanın bize bahşettiği bu doğa harikası ormanda adeta kaybolurduk. Dünyada o kadar çok orman, doğa harikası yerler görmeme rağmen, hiçbiri Çamlık kadar güzel değildi. Buna yaşayarak şahit oldum. Kesinlikle bu konuda fikrim asla değişmez. Dünyanın en güzel ormanına da gitse hiçbir Yozgatlı Çamlıktan aldığı hazzı alamaz. Çünkü hayatının en güzel günlerini, yıllarını, gençliğe adımını attığı en güzel çağları Çamlıkta yaşamıştır.
Oturduğu her masada, uzandığı her çam ağacının altında, suyundan içtiği her çeşmenin başında, gençliğini, sevdalarını, hayallerini bırakmıştır.
Patika yollardan, yavaş yavaş Çamlığı sindire sindire kum döken Çeşmesi‘ne ulaşırdık. Ramazan boyunca, çeşmenin önünde uzun kuyruklar oluşurdu. Evi uzak olanlar arabayla, bizim gibi yakın olanlar da yürüyerek bu lezzetine doyum olmaz, buz gibi dağların arasından süzülüp gelen, soğuk suyla orucunu açmak için toplanırlardı. Bir arabadan belki on tane su kabı çıkardı. Genellikle su almaya gelemeyen komşular da gidebilenlere su kaplarını verir ve onlar da bu soğuk su ile oruçlarını açabilmek için komşularından su getirmeleri için ricada bulunurlardı. Tabii ki her zamanki gibi, Yozgat insanı, birbirini bulduğu yerde can ciğer kuzu sarması. Sımsıcak bir ortam, herkes koyu bir sohbete dalar, buz gibi esen rüzgârın içimize ve ruhumuza verdiği huzurla tadına doyulmaz anlar yaşardık. Sıramız geldiğinde suyumuzu doldurur, tırmanarak çıktığımız, patika yollarayokuş aşağı kendimizi bırakır ramazan topuna yetişmek için rüzgâr hızında evimize ulaşırdık.
Eskiden mahalle sakinleri hiç tereddüt etmeden çocuklarını sokağa gönderir, gözleri arkada kalmazdı.Mahalleler dar ve çıkmaz sokakların, arasına sıkışmış irili ufaklı, rastgele seçilmiş, sarı, mavi, beyaz, yeşil, pembe renkli, çoğunun damı akan, çatısının yarısı taze kiremit, diğer yarısı oluk şeklinde tekli eski kiremitten oluşan, genellikle yağmurlu günlerde damı akan evlerdi. Bizim eve yağmur yağdığı günlerde en az üç leğen, üç küpeli kazan, beş çinko helke, iki teneke tas dizer, yine de damlalarla baş edemediğimiz geceleri dün gibi hatırlıyorum. Üstelik damlaların sesi, gecenin ilerleyen saatlerinde ninni gibi gelir, her biri birer ikişer saniye aralıklarla düştüğü için sanki uykuya dalmaya yardım eden bir nihavent melodiye dönüşürdü“ biraz kül, biraz duman, o benim işte.. misali..
Ne hikmetse bu çocuklara koskoca şehirde oyun oynamaları için hiçbir yönetici faaliyete geçmemiş ve mahallelerin bir tanesinde dahi çocuk parkı yoktu. Park bir yana dursun, bir salıncak dahi yoktu. Bu sebepten, hepimiz dualar ederdik, hafta sonu çok güzel olsun, çamlığa gidip salıncağa binelim. Yaradana bin şükür olsun ki, dualar kabul olur ve, o up uzun zincir ve ortasında otuz santimetrelik tahta koyularak yapılmış, resmen ölüm tehlikesi saçan, beton zemin üzerine kurulmuş salıncağa kavuşurduk. Ama ne kavuşma! Çamlığa varıp, masa aramaya başlandığı an, heyecandan ödüm kopardı, salıncaktan uzak olursa ne yaparım diye. Şansıma hep salıncak yakınında bir masa bulurduk. Bulduğumuz masanın yakınlarında mutlaka bir tanıdık olurdu. Hemen birbirimizi gördüğümüz için mutluluktan havada uçar, anne babalarımız yemekler yenildikten sonra koyu bir sohbete dalar, geçmişi yâd ederler, birbakarsın ki en az on beş kişi toplanmış, koyu bir sohbet , olmadı yakınında tanımadığın bir aile varsa onunla sıkı bir muhabbet içine girersin tuz, biber , çay ya da bulaşık deterjanı neyi evde unuttuysan birbirine orada da Türk insanının sıcak münasebeti kendini gösterir, belki de orada tanıştığın insanla ömür boyu bitmeyecek güzel bir dostluğun temelini atardık. Evden bütün mutfağı sepetlere doldurmuş olarak geldiğimiz, masamızın örtüsü örtülüp düzen kurulana kadar ben can çekişirirdim, yardım etmek zorundaydım ve biter bitmez salıncağa koşacaktım. Tahterevalli ve kaydırak da vardı. Ama, kaydırak birkaç parça demir sacın birleştirilmesi sonucu yapıldığı ve tam güneşin alnında sıcaktan kavrulmuş şekilde olduğu için binmek cesaret isterdi. Ya elbise yırtılır, ya da cayır cayır yanardık. Ben en öndeki beton zemin üzerine kurulmuş, upuzun zincirli salıncağı tercih ederdim. Tam önünde bir alıç ağacı vardı, salıncağın zincirlerinin boyu yüksekliğinde. Belki bütün gün, bir öğün yemek yerdim, leylek gibi boyum çırpı gibi bacaklarım, incecik bilekler upuzun saçlar, salıncağı bir kapmaya göreyim!
Ayağımdaki terlikleri yere attığım gibi, basma, üzeri kır çiçekleri bezeli elbisemi, rüzgârın kucağına öyle bir salıverirdim ki, dünya ile ilişkim tamamen kesilirdi. Ellerimi tuttuğum zincire sıkı sıkı sarılır, ayaklarımla geri geri gider bunu üç kez tekrarladıktan sonra artık kuş misali uçardım. Belki tam bir saat hiç bıkmadan, usanmadan kendimi boşluğa bırakır, adeta kanat takar uçardım. Her uçuşumda rüzgâr bütün bonkerliği ile beni sıkı sıkı sarardı. Saçlarım havalarda uçar, ayaklarım alıç ağacının en tepesine ulaşırdı. Kendimi küfür küfür esen Çamlığın rüzgârına öyle bir teslim ederdim ki, bu eşsiz güzel duyguların bir daha yaşanması asla mümkün olmadı..
Dersini almış da ediyor ezber
Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler aman
(aman ben yarelendim aman)
Bu dert beni iflah etmez del'eyler
Benim dert çekmeye dermanım mı var aman
(aman sürmelim aman)