Nasıl başlamalıydı sizce uzunca bir aradan sonra beni klavyenin başına oturtan bu yazı? Hangi konulardan bahsetmeliydi mesela? Hangi kelimeleri bu sayfaya hapsetmeli, hangi düşünceleri sınırlı bir formda ifade etmeliydi? Aslında size bunları sorarken yazıya döktüğüm kelimelerin özgürlüklerini elinden alıyor ve düşüncelerimi bir kalıba sokuyor olmaklığımla, onları kaçınılmaz olarak sınırlamakla, işlediğim düşünce suçuna sizi ortak etmek istiyorum sanırım.

Düşünceleri kelimelerle sınırlamadan, onları bir kalıba sokmadan ifade etmenin bir yolunun bulunmadığı kabulüyle içimizi rahatlatarak devam edeceksek de, o düşüncenin bundan belki de hiç hoşnut olmadığını, düşünceyle aramızdaki ilişkiye hürmeten aklımıza bazen getirmeliyiz.

İnsanın düşünceyle nasıl bir ilişkisi vardır sizce? Aydınlanma çağı düşünürlerinden birisi insanın varolmasını düşüncesine ve düşünmesine bağlıyor. Katılır mısınız? Biraz açalım, yazar her şeye şüpheyle bakan, her şeyin olmayabileceği ihtimalini hesaba katan adeta bir rüya aleminde yaşadığı varsayımından hareket eden insanın, şüphe edemeyeceği tek şey şüphe etme eylemini gerçekleştirmesine de kaynaklık eden düşünmesidir diye gerekçelendiriyor tezini. Hiç de fena sayılmaz.

Haklısınız bence de, konumuz insanın ontolojik karmaşası olmamalı.

İnsanı düşünceye sevk eden, derin düşünmesini, odaklanmasını sağlayan şeylerden söz etsek? Bu durum, insanın maddeyle kurduğu ilişki düzleminde okunabileceği gibi, insanın yaradılışından gelen biyolojik özellikleri ile de bir parça ilişkilendirilebilir. Mesela insanın suyla temas halinde düşünce sisteminin berraklaştığını yapılan birçok araştırmalar ortaya koymuş; duş alırken, suyun içerisindeyken biyolojik bütünlüğümüzün yarıdan fazlasının sıvıdan ibaret olmasından kaynaklı olarak bir enerji ilişkisi açığa çıkıyor ve bu kaçınılmaz olarak düşünce sistemimizi etkiliyor. Günlerdir çözmek için kafa yorduğumuz sorunlara suyla temas ettiğimiz anlarda bir fikir geliştirebilmemiz boşuna değil yani. Hollywood’un ajan filmlerinde de dedektifin vakayı çözecek fikri geliştirdiği anın su dolu küvetin içinde olması dikkat çekici değil midir sizce de?

Bir de insanı duygusal ilişkileri bağlamında anlam yüklediği eşyanın onu düşünceye sevk etmesi, derin düşünmesini ve motive olmasını sağlamasından söz edelim. Burada insanın hatıraları, geçmiş tecrübeleri hasılı daha çok hikayesi önem ifade ediyor. Her insanın eşsiz bir tecrübeye sahip olması ve hayatına kendi eşsiz tecrübesinin ona açtığı pencereden bakıyor olması insandan insana kocaman bir farkın olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Bu eşsizlik bana bağlamı farklı olsa da Antik çağ düşünürlerinden Gorgias’ın “hakikati bilemeyiz, bilsek bile aktaramayız” sözünü hatırlattı. Her şey herkeste aynı şeyi anlatmaz, aynı şeyi ifade etmez, aynı anlama gelmezdi. Bunun sanatta ilginç bir örneği var mesela “kırda öğle yemeği” tablosunu çizen üç ressamın da(Picasso, Eduard Manet, Paul Cezanne) bambaşka şeyler çizmiş olması. Aynı yüzyılda yaşamış üç ressamın kırda öğle yemeğini tablolarına yansıtırken, geçmişlerinden, tecrübelerinden, ruhsal durumlarından, yaşadıkları çevrelerden arınarak resmettiklerini söyleyebilir miyiz mesela?

Paylaşımda bulunduğumuz kadar ilişkimiz güçleniyor insanla, eşyayla, hatta hatta Tanrıyla. Paylaşımlarımız bize bir hikaye yaratma imkanı tanıyor; insanla , eşyayla ve Tanrıyla. Ve paylaşımlarımızın çokluğu kadar zengin bir hikayede kahraman olma fırsatımız oluyor aslında.

Sözü motosiklet yolculuğuma nasıl getireceğimi bilemiyorum. Ama yazmaya başladığımda konunun bir şekilde son haftalarda gerçekleştirdiğim ve benim hikayemde zenginlik kaynağı olan motoruma bir şekilde geleceğini umuyordum. Doğrusu bahsettiğimiz konular eşliğinde beni derin düşünceye sevk eden, motive eden, onlarca hatıramı borçlu olduğum, kendi başımalığımı güçlendiren ve beni içimdeki bana yaklaştıran bir değerin kaçınılmaz bir şekilde araya gireceğinden son derece emindim. Ve yazı bitmeden haklı çıkmak istiyordum.

Sırt çantasınına yeteri kadar kıyafet, okunacak bir kitap, not alınacak bir defter ve kalem aldı. Bir elinde kaskı öbür elinde motorunun anahtarı vardı. Nereye gideceğinin önemi yoktu çünkü düşünceleri onunlaydı ve onları bırakamazdı.

Merhaba aziz Memleketim.