Ruhlarımız; ihmal ettiğimiz yanımız. Fizik bedenlerimizin formuna özen gösterdiğimiz kadar, ruhumuzun fiyakasına önem vermiyoruz.
Sürekli fast-food besinlerle, çok kullanılmış, doymuş yağlarla bedenimizi bir çok sağlık sorunuyla karşı karşıya bıraktığımız gibi, ruhumuzu da doymuş ve çok kullanılmış, tüketilmiş, hemen tükenen gelip geçici zevklerle, derinliği olmayan düşüncelerle, fizik orijinli fikirlerle dolayısıyla hızlı besinlerle obez hale getiriyoruz. Ruhlarımızın kabuğuna sığmaması, yani bedenimizin ona dar gelmesi, ruhumuzun özgürlük arzusundan değil obezliğinden kaynaklanıyor maalesef.
Evrende her şeyin enerjiden ibaret olduğu hepimizin malumu. Mevlana “gülü düşünen güldür, dikeni düşünen dikendir” diyor. Maddeye, eşyaya, enerjiden ibaret olan her şeye hangi frekansla yaklaşıyor, ona nasıl bir mana yüklüyoruz. Ona yüklediğimiz anlamın tıpkı bir bumerang gibi tekrar ruhumuza döneceğini hesap edebilmeliyiz mesela. Tıpta “plasebo” diye tarif edilen bir durum var; iyileşmeye inanmak. Aslında kişinin sahip olduğu hastalığa laboratuvar ortamında kanıtlanmış hiç bir etkisi, farmakolojik olarak hiç bir tesiri olmayan bir maddenin, hastaya iyileştireceği düşüncesi salık verilerek ve hastada bu şekilde bir inanç oluşturularak uygulanması sonucunda, hastanın iyileştiğinin gözlemlenmesi, tam olarak kişinin maddeye yüklediği anlamın, enerjinin, frekansın insanın fizik bedenine dahi nasıl tesir edebileceğini çok iyi anlatıyor.
Fethi Gemuhluoğlu “hal saridir” diyor, meşhur “Dostluk üzerine” konuşmasında. Hal sirayet eder. Mutluluk sirayet eder, gam, keder sirayet eder. Yani duygu sirayet eder. Halin sirayetini sadece insandan insana olarak değerlendirmek meseleyi eksik bırakır. Mekanın hali insana da sirayet eder. Tıpkı bir parfümeriye girip bir müddet orada kalınca, üzerinize parfüm kokusunun sindiği gibi mekanın ruhu da üzerinize siner. Ama burada eşya ile ve mekan ile kurduğunuz bu ilişkide aynı frekansa, aynı titreşime sahip olmak gereklidir. Yoksa mekanın enerjisi sizi etkilemeyebilir. Ama hemen ilave edelim, bazı mekanlar vardır, öylesine yoğun bir enerjiye sahiptir ki sizi aynı frekansa çekmeyi başarabilir ve çekebildiği nispette üzerinizde iz bırakır; burada mekanla kuracağınız iletişim titreşim gücünüze, uydunuzun kuvvetine bağlıdır.
Mesela daha önce çok defa gittiğiniz Şehzadebaşı camii, sizi bir zamanda etkiledeği nispette etkilememiştir o vakte kadar. Orayı farklı bir boyuta taşıyan bir durum, bir atmosfer, bir duygu bulutu bir ikindi vakti üzerinize öyle hücum eder ki, gökyüzünün, gökyüzündeki martıların, asırlık çınarın, çınardan kopan yaprağın, toprağın, cami duvarına konulmuş, koyanın ve koyulma anına şahitlik edenin dışında kimsenin farketmediği, taş deyip geçtiği taşın, cami avlusunda bir köşede sessizce duran siyah beyaz ala bir kedinin, musalla taşının üzerinden az evvel uçan kumrunun, tanımadığınız, o vakte kadar yüzünü görmediğiniz kederli bir ihtiyarın, sizin halinize eşlik ettiğini hissedersiniz. Çünkü titreşiminiz, frekansınız uçan martıyla, asırlık çınarla, yaprakla, toprakla ve kederli ihtiyarla aynıdır, aynı hattasınızdır, aynı saftasınızdır onlarla ve hiçbir ikindi ezanı o zamanki kadar sizi kurtuluşa davet etmemiştir.
“Dert çok, hemdert yok, düşman kavî, tali’ zebûn” demiş Fuzuli hiç laf kalabalığı yapmadan. “dert çok, dert ortağı yok, düşman güçlü, talihim aciz.” Hemdert olmak, ne güzel bir ifadedir. Hal saridir sari olmasına da, nereye sirayet edeceği, ne yöne akacağı ne kadar mühim bir meseledir. Yani hemdert olmayan, halimizi ziyan eder. İnsan hemdert arar, yoldan önce yoldaş arar, kelamdan önce selam verecek kimse arar ve yerleşecek bir yer arar insan.
“Yerleşecek yer aramak / Caminin avlusunda / Soğuk bir taşa oturmak / Gün doğmadan şehzadebaşında...” Sezai Karakoç’a rahmet olsun...