MEHMET KEVEN
Sanat Ortaokulunda okurken, öğle yemeği için çarşıya giderdim.
Güveç ya da kıymalı henüz gelmemişse tekrar okula yetişebilmek için İstanbul Lokantası’na gider, yetmiş beş kuruşa fasulyeli ya da nohutlu pilav yerdim.
Kasada Hacı Osman Keven amca oturur, ağzından kürdanı hiç düşmezdi.
Bir gün gene hesabımı ödedim, alışkanlık olduğu üzere kürdan alıyordum!
Vurdu elime! “Alma onu” dedi. Şaşırmıştım. Niye, n’oldu ki emmi? Dedim.

Kararmış, aralanmış dişlerini göstererek, “Bak! Kürdana alışırsan sen de bu hale gelirsin.
Sen daha çocuksun git fırçala dişlerini, kürdan kullanma!” dedi.
***
O yaşlarda anlamını bile kavrayamadığımız bir söz dolaşıyordu ortalıkta. “Gominis” ya da “Gominislik”… Ne olduğunu bilmiyorduk ama iyi bir şey olmadığı da belliydi. Küçükken “Hokkucu geliyor” diye korkutulurduk. Şimdi de gominislikle mi korkutuluyorduk acaba?
Kimse gominis olmak istemiyordu. Hatta birbirimize küfrederken bile “gominis” diyorduk.
Sırasöğüt’ten komşumuz Kevenoğullarına da “gominis” diyorlardı. İyi de, hepsi de bildiğimiz tanıdığımız, analarımızın babalarımızın yıllardır komşuluk ahbaplık ettiği insanlardı!
Neyinden korkup çekinecekti ki? Hepsi de iyi insanlardı! Olsun! Onlar “gominis”di…
***
Mehmet abi, dayısı Kel Osman’dan kebapçılığı öğrenmiş, ocağın başına geçip kebap doğramaya yeni yeni başlamıştı. Etle aram iyi olmadığından, kebaba pek itibar etmezdim.
Lokantaya her gidişimde de ocağın başında birilerini Mehmet abiyle tartışırken bulur, pilavımı yerken kulak misafiri olurdum konuşmalarına… Zengin, fakir, işçi, köylü, emekçi…
Artık anlıyordum ki resmen gominis propagandası yapıyordu Mehmet abi!
Bazı sözlerinden de alınıyordum. Biz de zengin bir aileydik, ya da ben öyle zannediyordum. Çocukluk bu ya! Bir gün dayamadım, dikildim karşısına!
“Ne yani Mehmet abi, benim babam zengin diye…” Daha lafımı tamamlamadan,
“Get la get! Senin babayın zenginliği ne oluyo!
Ben ondan mı bahsediyom!” diyerek elindeki kebap bıçağının tersiyle itelemişti beni.
Yavaş yavaş kebaba da alışmıştım. Amma bir şartla bir dirhem yağ olmayacak!
Kebabın yağlı pidesini seviyordum ama yağlı eti yiyemiyordum.
“Jilet kebap” istiyordum Şef Ali’den, o da ocağa sesleniyordu, “Rıfat’a bir jilet kes!”
“Oğlum böyle kebap mı yenir! Bir Kaplan bir sen! Cins müşterisiniz ikinizde.
Ot gibi yavan kebap yenir mi!” diye diye kebabın lezzetlisine alıştırmıştı Mehmet abi!
Sağlıklı ömürler dilerim…

***

ŞEF ALİ

İstanbul Lokantası'ndan bahsedip, Şef Ali Abiyi geçmek olmaz!
Yozgat’ımızın sevilen, renkli bir kişisiydi. İstanbul Lokantası’nda Mehmet Keven’in ocağından çıkan nefis tandır kebaplarını müşterilerine servis ederdi.
Kış aylarının Pazar günlerinde, ya Çamlık’ta kayak yaparken, ya da özenle taranmış saçları, siyah gözlükleri, beyaz şık pardesüsü, ipek fuları, jilet gibi ütülü pantolonu ve boyalı botlarıyla Lise Caddesi’nde tur atarken hatırlarım hep, nedense…
Şef Ali, işinde de prensipli bir insandı. Müşterilerini lokantaya gelişleri itibariyle kafasında sıraya koyar ve o sıraya göre servis yapardı. Babası gelse, öncelik tanıyıp ta kebabını vermezdi.
“Vay okula geç kaldım”, “Vay otobüsüm kaçıyor.” benzeri mazeretleri kabul etmiş gibi görünür
ancak kafasındaki sıralamadan asla taviz vermezdi.
Mekânı cennet olsun.
Selam ve sevgilerimle