Kardan adamlarımız vardı. Titizlikle, özenerek, üşüyerek, ıslanarak yaptığımız, kardan adamlarımız vardı. Önce karla oynar, kar topu yapar, karla hemhal olur sonra kardan adamlar yapardık. Çok büyük adamlardı bunlar; güneşi görene kadar. Güneş alnının çatına vuruncaya kadar görkemli, bembeyaz, kusursuz, tam istediğimiz gibiydiler. O yüzden güneşin geç tesir edeceği ama herkesin de görebileceği yerlerde ayağa dikmeliydik kardan adamlarımızı. Çünkü herkesin görmesini istediğimiz adamlardı bunlar. Ama erimesin için de güneşten kollamalıydık onları. Er geç güneş onun üzerine de doğacak ve hakikat ışığı aslında bembeyaz inşa ettiğimiz kardan adamlarımızdan iki kömür parçası, bir çul, çürümüş bir havuç bırakacaktı geriye.

Baş ağrısı bazen, insanı başı olduğuna dair bir kanaate vardırır. Can sıkıntısı da canı olduğuna dair. Hayatımızdaki her şey hayatımıza dahildir. Atamız Adem’in yasak elmayı yemesiyle sürüldüğü bir cezaevi değil miydi hem burası? Bir sürgün yeri değil miydi? Hepimiz neticede bu cezaevinin iflah olmaz kardan adam mühendisleri, hüküm giydiğinin bile farkında olmayan mahkumları, yeryüzünün dört bir yanına dağılmış yarı aç, yarı tok, siyah, beyaz, kadın, erkek sürgünleriydik.

Her ortama adapte olabilen, her duruma alışabilen, her vaziyeti kabulenebilen bir özelliği vardır insanın. İnsan şaşırtıcı bir biçimde, en zor şartlara, en dayanılmaz durumlara kolayca alışıp hayatın çekim merkezinde, yörüngesinde kalmayı başarabilir. Yoksa insanlık tarihi hep zaferlerin, mutlulukların, gelişmelerin, ilerlemenin tarihi değildir; acının, sefaletin, düşkünlüğün de tarihidir aynı zamanda. Buna rağmen “Kapatalım dükkanı gidelim” ya da “durdurun dünyayı inecek var” diyen çok kişi çıkmamıştır mesela. Çünkü “Truman Show”daki diyalog çok gerçektir; “sence neden Truman dünyasının gerçek yüzünü göremedi? Çünkü, bizler bize sunulan dünyayı gerçek kabul ederiz.” Tam burada “Umdugumuz şeyin doğru olduğuna inanmak için sağlam bir nedenimiz yoktur da, başımıza gelen şeyi sevmek için, var olanı sırf var oluyor diye olumlamak için daha sağlam bir nedenimiz mi vardır?” diye sorar Theodor W. Adorno.

Hattımıza tanımlanan görüşme, tanışma, çalışma, yaşama süresinin sonuna yaklaşıyorduk. Başka bir operatöre geçip bir takım kampanyalardan yararlanma imkanına sahip olmadığımız gibi yeni bir taahhütle sözleşmemizi yenileyerek süremizi de uzatamayacaktık. Kendimize ulaşmak için belki çok defa yanlış numara çevirdik. “Yanlış aradınız, ben falancayım” , “hayır ben filanca...hiç önemli değil” sözlerine ya da “aradığınız kişiye şuan ulaşılamıyor, ne zaman ulaşabileceğiniz hakkında da bir yorum yapamadığımdan, ister daha sonra tekrar arayın isterseniz de aramayın” uyarısına muhatap olduk çoğu kez. Belki bir kısmımız yorulup aramaktan vazgeçti, bir kısmımız da bulduğunu, aradığı sandı. Doğru zamanda, doğru şekilde ve doğru yerde aramazsak sanırım kendimize ulaşamayacağız. Kurt Vonnegut’ın sözleri belki bir ipucu olarak kendimize doğru mesafemizi kısaltacaktır; “Tanrı bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etme rahatlığını, mümkün olanları değiştirme cesaretini ve bunları her zaman birbirinden ayırma bilgeliğini bağışlasın”

Herşey zihinde başlıyor, yine zihinde bitiyordu. Algılarımız, duygularımız, fikirlerimiz anlam veriyordu ilişki kurduğumuz insana, doğaya, maddeye. Maddeye yüklediğimiz anlam tanrı tasavvurumuzu etkiliyordu. Varlığı var kabul edince doğal olarak onu var edeni de kabul etmek zorunda kalıyorduk. Yani aslında bir “yöntem”in içindeydik. Ve bu yöntem de içimizdeydi. Sadece kendimizi değil, Buda’nın dediği gibi “evrenin yanıtlarını da içimizde aramalıydık.” Kendimize ulaşmak için tuşlu telefonumuzun numaralarına basmamız yetmeyecekti sadece, belki de önce sahip olduğumuz kardan adamlarımızı eritmeliydik içimizdeki, sonra elimizde kalan siyah kömürle, bir atkıyla, bir çulla ne yapabileceğimizi düşünmeliydik ve Carl Gustav Jung’un “Birbirini izleyen anlamlar şeylerde değil, sendedir. Sen ki hayatın parçası olduğun sürece bir çok değişimin öznesisin. Şeyler de değişir ama sen değişmezsen bunu göremezsin. Değişirsen dünyanın yüzü değişir.” sözlerine kulak vermeliydik.