Düşünürler, yazarlar, şairler ve sanatçılar düşüncelerini doğrudan ortaya koymayı yeğlerler. Onların görevi; sorgulamak, probleme dikkat çekmek, çözüm için ışık tutmak, öneriler sunmaktır. Bunu yapabilmeleri özgürlükleriyle orantılıdır. Eğer hür bir ülkede yaşıyorlar ise işleri kolaydır. Her platformda düşüncelerini anlatarak veya yazarak ortaya koyarlar. Bu sayede, hitap etmek istedikleri kitlelere ulaşabilirler.
Baskı rejimlerinde bu kanalı kullanmak oldukça zordur. Israr etmek düşünürlerin hayatını zehir eder; düşüncelerini açıkça ifade etmiş olmalarından dolayı sürgüne tabi olur ya da her şeye rağmen düşüncelerini cesurca ifade etmenin cezasını canlarıyla bile ödeyebilirler.
Sovyet veya Çin yönetimleri bu konuda tarihe kalıcı izler bırakmıştır. Yakın komşumuz Irak’ta, Saddam’ın Baas yönetiminde de birçok Türk aydını aynı akıbete uğramaktan kurtulamamıştır. Emperyalist ülkelerin gölgesinde yaşamını sürdüren birçok despot idarenin de, benzer uygulamalarına devam etmekten imtina etmediklerini görüyoruz. Tarih benzer olaylarla kayıt düşmüştür. Despot yönetimlerin bulunduğu ülkeler; düşünürler, yazarlar ve sanatçılar gibi yaratıcı ve üretici beyinler için zor ortamlardır.
Her edebiyatçının kendine göre bir dünya görüşü, tarzı ve üslubu vardır. Yazarın hangi maksatla kalemi eline aldığı önemlidir. Kimi bunu açık eder, doğrudan taraftarlarına seslenir. Burada edebiyat değil mesaj verme öne çıkar. Kimileri sadece sanat yapmayı öne çıkararak iyi bir kurgu, akıcı bir dil ve kendine özgü bir üslup olmasına özen gösterir. Bazıları da ortaya koyduğu eserin edebi kalitesine önem verirken vermek istediği mesajları edebi estetiğin içinde eritmeye çalışır, mesajın edebi yapının önüne geçmesine fırsat vermez.
Bu üç örnekten yola çıkarak konuyu biraz daha açmakta yarar var.
Birinci örnekte olanlar, parmağım gözüne der gibi açıktan mesaj verme taraftarı olanlar, sadece kendi düşünce çevresine hitap etmekten öteye geçemeyecektir. Belirli bir fikri yapıyı pekiştirmek, kemikleştirmek, gerekirse taraftarları galeyana getirici eserlere önem verirler. Bunların çevrelerini genişletme imkânından mahrumdur; “Körler, sağırlar birbirini ağırlar.” hesabıdır. Evrenseli kucaklama ve değişik çevrelerden okuyucuya ulaşabilme şansları yoktur. Okuyucularında da körü körüne inanmaktan kaynaklanan tarafgirliği pekiştirmekten öte, gözleri başka hiçbir şeyi görmez olur. Yazar, düşüncelerini okuyucuya dikte edip nasihat verme seviyesindedir. İdeolojik ortamlarda bu tür çalışmalara rastlamak mümkündür.
İkinci örnekte olan yazarlar, sadece sanat yapmak niyetiyle yola çıkanlardır. Onların toplumun ya da toplumların dertleriyle ilgilenmek gibi bir düşünceleri yoktur. Ürettiklerinde edebi dil ve estetik olması onlar için yeterlidir. Kendilerini ve benzer yapıda olanları güncel tatminden öteye geçtiği çok nadir görülmüştür. Bunlar genellikle hayatı güllük gülistanlık görenlerdir. Yaşasın ben ve zevklerim modundadırlar. Toplumsal problemlerin çözümü için elini taşın altına koymak yerine, mevcuttan nasıl yararlanılacağını düşünmekle birlikte devam eden gidişatı üstün körü eleştirmekle yetinirler.
Gerçek manada sanat ve edebiyat yapabilme gayretinde olan üçüncülerin işi biraz daha zor ve meşakkatlidir. Sorgulayıcı bir yapıdadırlar. Dar alanda milletinin değerlerine sahip çıkmak, problemlerinin ortadan kalması için çareler üretmek, kültürel değerleri yaşatmak ve geliştirmek, halkın nabzını diri tutmakla ilgilidirler. Geniş manada ilgi alanlarına giren bir başka husus, insanlık değerlerini ve evrenseli kucaklamaktır. Bilirler ki, içinde yaşadığı toplumla ilgili derdi olmayan edebiyatçının, geniş manada evrensele de katkısı olmayacak veya sınırlı kalacaktır.
Sıklıkla örnek verdiğim gibi Cengiz Aytmatov’un romanları, Oljas Süleymanov’un şiirleri buna örnektir. Biri romanlarıyla diğeri şiirleri ile halkının kültür değerlerini canlandırıp milli bilincini ayakta tutmayı başarabilmişlerdir. Her ikisi de baskı rejiminde eser ortaya koyarken hem düşüncelerini milli hassasiyetle yazabilmişler hem de rejiminin baskısından kendilerini uzak tutabilmişlerdir. Aynı zamanda edebi kaliteleri sayesinde uluslararası okuyucuya ulaşarak halkın sesi olmayı başarabilmişlerdir. Bundandır ki bugün halklarının milli kahramanları olarak anılmaktadırlar.
Esaret altındaki toplumun aidiyet duygusunu diri tutmak, onların kendileri olarak var olmalarına katkı sağlayabilmek ancak edebi eserler sayesinde olur. Bu iki örnekte olduğu gibi milletlerin kültürel değerleri edebi eserler yoluyla canlılığını koruyabildiği gibi yeni nesle de aktarımı sağlanır. Milletlerin farklılıkları bu sayede korunur.
Hayatını ülkesinden binlerce kilometre uzaklarda geçirmesine rağmen Türkiye Türkçesi ile yazdığı bütün romanlarında halkının kültürünü, esaret altındaki çilesini ve sürgün hayatını işleyen romanlarıyla Kırım Türkü’nün milli uyanışına olan katkısı Cengiz Dağcı gibi düşünürlerin eserlerine borçludur. Hür bir ortamda yaşamasına, herhangi bir baskıya maruz kalmamasına rağmen okuyucularının sıkıntıya düşmemesi ve eserlerin evrenseli kucaklamasını sağlamıştır.
Bu üç örnekte de görülmektedir ki edebiyat eserleri, halklarının milli bilinçlerini diri tutmasında katkıları inkâr edilemez derecede önemlidir. Bunlara benzer örneklere, birçok milletin tarihinde rastlamak mümkündür. Edebi eserler, mezar taşları gibi milletlerin varlık sembolleri, hayata vurdukları silinmez damgalardır.
Not: Haftaya, “Edebi Eserde Mesaj Kaygısı” konusuna devam edeceğim.
ARKA KAPAK YAZISI
Bir dönemin gençliğinin istismar edilişi, bir sonbahar yaprağı gibi sağa sola savrulmalarının dramı, ülkede yaşanan kargaşa sonucu olarak maruz kaldıkları olağanüstü durumun getirdiği sonuçlar…
Kültür farklılıklarından dolay çok sevdiği kız arkadaşıyla evlenmesine engel olunan, üniversite mezunu olmasına rağmen arzusuna uygun iş bulamadığı için yurt dışına çıkmayı kurtuluş çaresi olarak görüp hiç istemediği bir evliliğe razı olan bir gencin hazin hikâyesi.
İçine düştüğü sosyolojik ve psikolojik durum ve bu durumdan kurtulma ve farkındalığının bilincine ulaşmaya çalışan gencin, yoğun içsel mücadele sonucu vuslata erişi.