İnsan, içindeki, zihnindeki, ruhundaki sorulara dışarıda yanıt bulamayınca, kısır bir çaresizlik içinde içine yönelir. İçine yönelmesi, dışarıya söyleyecek bir sözünün kalmamasını da, dışarıdan duyacak bir sözün olmamasını da temsil eder aslında.

‘Mağara’ ya da ‘kuyu’ya yönelmek; insanın kendiyle yüzleşmesini, fikirlerini damıltmasını, düşüncelerini ziyadeleştirmesini, gölgesiyle buluşmasını ifade eder. Platon’un mağara alegorisinde mağaradaki insan, görmediği güçlerce yakılan ateşin ortaya çıkardığı aydınlıktan oluşan cisim gölgelerini gerçek sanır. Mağaraya benzetilen bu hayatta insanın gördüğü, algıladığı her şeyin bir gölgeden ibaret olduğu, insanın sürekli bir yanılsama içinde olduğu anlatılırken, bu kurgusal mağaradan çıkmakla ancak, insanın hakikate ulaşabileceği vurgulanır. Oysa burada gerçek olana ulaşmak ve karanlık taraflara ayna tutabilmek için mağaraya yönelmekten, oraya dönmekten söz ediyorum.

Mağaraya dönmek aynı zamanda mevcudu muhafazayı da sağlar. İnsanın kendi kuytusuna yönelmesi, elindekini kaybetmemek, yok olmamak için, durmak ve yeniden harekete geçmek için, gücünü yeniden toplamak için; sürekli ötekiyle mücadele eder gibi görünen oysa hep kendiyle dövüşen bir savaşçının kendini dinlemesi ve kendine kendini anlatması için anlamlıdır.

Kendimizi çaresiz hissettiğimizde, korktuğumuzda, sorularımıza cevap veremediğimizde, sorunlarımıza çözüm üretemediğimizde hep elimizde ne varsa, hali hazırda neye sahipsek ona yönelmez miyiz? Kendimizi en güvende hissettiğimiz alana çekilmez miyiz?

Her insanın bir kuyusu vardır; içinde sadece kendinin olduğu. Çoğu insan bunun farkında da değildir. Belki ilk zamanlarında, henüz bir parça saf haldeyken içinden gelen sesleri rahatlıkla duyabilen insan, hayatın hay huyu içinde, etrafındaki gürültüye ve şamataya feda edebilir farkında olmadan bu sesi. Kuyudan yükselen sesler duyulmadıkça silikleşir, insan içine kulak vermedikçe içine yabancılaşır. İnsan içindeki kendi sesini duymadıkça kendi eliyle inşa ettiği hapishane içinde ölüme terk edilir.

Sürekli açlık çeken bir insan için yemek; donmak üzere olan birisi için sıcak bir ortam; iflas eden, borçlarını ödeyemeyen birisi için ekonomik unsurlar hayatta en önemli şey olarak belirirken; tüm maddi ihtiyaçları karşılanmış bir insanın hiçbir şeye ihtiyacının olmadığını düşünebilir miyiz mesela? İçinde bir yerlerde bir boşluk hissetmez mi bazen bu insan; maddi bir karşılığı olmayan bir şeyin yoksunluğunu çekmez mi hiç? İş makinalarıyla, kepçelerle, matkaplarla, gürültüyle, tozla, toprakla büyük çabalarla açtığı alanlarda kendi eliyle inşa ettiği beton duvarlar gibi sağlam, göz kamaştıran ışıltıda görkemli kariyer, sosyal sınıf, başarı hapishanelerinin içinde kendini kaybettiğini ve unuttuğunu hatırlamaz mı günün birinde?

Günün sonunda dışarıdan bakınca bir parça vaziyetin farkında olduğunu düşündüren adamın Tanrının bizden istediklerine odaklanıp bizimle ne istediğini anlamadığını görmek ayrı bir hayal kırıklığı olarak kalır payımıza. Mağara tam da burada yeniden anlam kazanır; insanın kendini bulması ve bilmesi, kendini tanıyıp yüzleşmesi; insanın insanla, insanın maddeyle, evrenle ve insanın Tanrıyla doğru ilişki kurmasını da sağlar. Ezberin, alışkanlığın ve tek düze yapmacıklığın ötesinde kendine özgülüğü açığa çıkarır.

Hasılı “Hira’sı olmayanın Mekke(itikat)’sinden de Medine(medeniyet)’sinden de medet umma” derler.