Odgurmuş: Kitaplara olan ilginizi biliyoruz. Yine bir kitaptan söz ediyorsunuz, okumuş çok etkilenmişsiniz. Sanırım Mustafa Necati Sepetçioğlu’nın bir kitabı idi.

Ögdülmüş: Evet kitap çıkar çıkmaz almış ve okumuştum. Kitap 1971 de “Türkiye Edebiyat cemiyeti” tarafından yayınlanmıştı. O kitabı çıkar çıkmaz alıp okuduğumda bir bütün olarak çok beğenmiştim fakat kitapta bir bölüm vardı ki bu bölüm dikkatimi önce pek çekmemişti. Hatta kitabın yayınlanması Genç Ülkücüler Teşkilatı’nın kapanma ihtimali günlerine rastgeliyordu. Kitabı okuduktan sonra çevremde de kitap hakkında konuşuyor ve kitabın çok önemli olduğunu, çok güzel olduğunu belirtiyordum. Kitabı okuduğumda görmüştüm ki; sanki bir “teşkilat” kitabı gibi olduğunu söylüyordum. Kitap hakkında çevremde bulunanlara da tavsiyede bulunuyordum. Kitabı daha sonra da zaman zaman karıştırdığımda, sonradan ve zamanla görecektim ki kitapta bir bölüm vardı ve bu bölüm bana sürekli birilerini hatırlatıyordu. Sonradan ileri zamanlarda ben Ülkücüleri tanıdıkça aslında bu kitapta onlardan bahsedildiğini sanmıştım. Nereden ilgi kurdum pek hatırlamıyorum ama Sepetçioğlu sanki bu günkü Ülkücüler anlatıyordu. Ülkücülerden bahsediyordu, ortak özellikler vardı. Bu durum düşündükçe beni çok etkilemişti. Bin yıl ötesinden bu günler anlatılıyor gibiydi.

Birilerini anlatıyordu evet, daha sonra Sultan olacak olan Muhammed Alparslan’ın hocası “Sarı Hoca” bir çocuğu anlatıyordu. Fakat aslında kitabın yazarı Mustafa Necati Sepetçioğlu; “Sarı Hoca’nın” ağzından bir milletin tarihinin özetini veriyordu. Belki de bu günleri anlatıyordu.

Bahsettiğim kitap Mustafa Necati Sepetçioğlu “Kilit” isimli romanıydı. Romanın 10-11. Sayfasında Sarı Hoca’nın Çağrı Bey Oğlu Muhammed Alparslan’la konuşmaları arasında: “Alpaslan’ın gözleri bir garip yanıyordu. O gözlerde Devler vardı; rüzgârlar, ağaçlar, dağlar vardı. Uzunlamasına ırmaklar, enliliğine göller, genişliğine ovalar vardı. Bu gözler çocuk değildi; bu bakış çocuk olamazdı; bu titremeyen kirpikler arasında, doğan bir günün bulutlarından sessiz sıyrılışı, gökyüzünden yeryüzüne dökülüşü vardı.” Şeklinde anlatıyor, Çağrı Bey Oğlu Alparslan’ın şahsında milletin geleceği konusunda ipuçları veriyordu.

Odgurmuş: Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun kitabında geçen Çağrı Beyoğlu Alparslan’ı Ocakta birlikte görev yaptığınız Ülküdaşlarınıza benzetiyorsunuz.

Ögdülmüş: Evet, evet tıpkı öyle. Ülküdaşlarımızı Sultan Muhammed Alparslan’a benzetirdim. Allah Allah, Sepetçioğlu tıpkı o günde bu günü anlatır gibiydi. Tıpkı Ülküdaşları tarif ediyordu. Bu konu da nerden takılmıştı kafama, hep benzetirdim, birilerine benzetirdim. “Ülkücüleri” Sepetçioğlu’nun kitabındaki Alparslan gibi görürdüm. Sonunda “Ülkücüleri” tanıdıkça çalışmalarını, fedakârlığını, vefakârlığını, dürüstlüklerini, mertliklerini, dostluklarını, arkadaşlıklarını, davalarına olan inançlarını gördükçe parçaları birleştirmiştim. “Ülkücüler” de tarihteki bu Türk büyüğü Çağrı Bey Oğlu Alparslan’a benziyorlardı.

Kahramandılar, savaşçıydılar, tarihin tozlu sayfalarından çıkıp gelmişler, üzerlerindeki tozları silkelemeye vakit bulamamışlardı sanki. Asya’dan geldikleri, ana yurttan kopup geldikleri yüzlerine bakıldığında hemen anlaşılıyordu. Çoğu esmer benizleri, ışıl ışıl gözleri, savaşçı ruhları, mücadele inançları ile her biri birer Asya “Türk”ü idiler. Her biri Asya’dan ana yurttan sanki Hoca Ahmet Yesevi’ nin muştusuyla Anadolu yaylalarına gelmişler dağ tepe geçmişler “Bozok Yaylasına” otağ kurmuşlardı. Faka o ne? Ülkede darlık mı vardı? Yoksa kıtlık mı vardı? Neydi bu kargaşa. Yoksa “Ülkeyi yağı mı basmıştı?” Evet, evet, bir şeyler vardı, bir şeyler ters gidiyor, insanlar bunalıyordu ve evet bir şeyler iyi gitmiyordu. Olsun’du O’nların üzerleri tozlu olsundu, görev vardı iş ikbal başkalarının, görev onlarındı ama üstleri başları da tozlu kalsın dı, onların kalbleri temizdi, onlar büyük savaşlardan çıkmış kahramanları andırıyorlardı. Onlar büyük davaların adamlarıydılar. Delikanlıydılar, merttiler, dürüsttüler, faziletliydiler, ahlaklıydılar. Sevgiliydiler, saygılıydılar, hürmetkârdılar, cefakârdılar, çalışkandılar, vefakârdılar, onlar hiçbir zaman kendileri için hiçbir şey istemezlerdi.

Gerçi Ocakta görev yapan Ülküdaşlar Çağrı Bey Oğlu Muhammed Alparslan’la tarihte çağdaş değillerdi ama bu Kalû Bela’dan beri her çağda birlikteydiler. Yarış halindeydiler. Fedakârlıklarda, çalışmakta, dürüstlüklerde, alçakgönüllülükte, vefada hep yarış halindeydiler.

İnandıkları davalarının, yerine göre hamallığını da yapmışlardı fakat bir gün bile neden bizn “hamal” dememişlerdi, demezlerdi, faziletliydiler, diyergamdılar, riya nedir bilmezlerdi, çalışıyor gibi yapıp çalışmazlık etmezlerdi. İş/görev olduğunda sıvışıp gitmezlerdi. “O’nlar Ülkücüydüler” inanırlardı, görevin vazifenin büyüğü küçüğü olmaz bilirlerdi. Ocağı’mıza gelir elde etmek için tüm diğerleri ile birlikte tuğla ocağında sırtımızda tuğla taşımıştık da hiç yüzlerini buruşturmamışlardı. Diğer bazılarının yaptığı gibi biz işi organize ederken yanımıza gelip “şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın” diyerek sağa sola akıl vermemişlerdi, önce kendileri işe koyulmuşlar herkese örnek olmuşlardı.

“O’nlar” evet “O Ülkücüler” Ocaklarımızın-derneklerimizin bel kemikleriydiler, onca insanlar arasından sıyrılıp çıkmışlardı. “O’nlar” konuşmazlardı yapardılar. Tek derrtleri vardı o da “dava”larıydı. İnandıkları davaları için yapamayacakları hiçbir şey yoktu.

Odgurmuş: Sizin yazınız güzel olduğu için dağlara taşlara hep birlikte gider yazılar-sloganlar yazardırnız.

Ögdülmüş: Evet, benim yazım güzel olduğu için, dağlara taşlara slogan yazmak için gidildiğinde ben mutlaka olur ve en güzel yazıları ben yazardım. Ayrıca biz de onlarla en yeni elbiselerimizle dağlara taşlara çok yazılar yazmış o yeni elbiselerimiz hep yağlı boya kireç olmuştu. (Nasıl olur bir türlü anlamazdık, ne zaman yeni bir elbise giyiyor olsak o akşam mutlaka duvarlara, dağlara, taşlara yazı yazma işi çıkardı) Her dağda, kayada, her köşe başında duvarlarda onlarla bizim fırçamızın izi vardı. Biz onlarla, ona buna emir vermezdik, önce emri kendimize verir fırçayı bir elimize boyayı diğer elimize alır koyulurduk yollara. Yazı yazacağımız yer uzaktaysa “ağabey”lerden araba bulmaya çalışır o görevi bihakkın yerine getirirdik. Milletvekili adayımızdan, Diğer arabası olan partililerimizden araba isterdik.

Evet, “O Ülkücüler” derneğimizin, hareketimizin, davamızın Ocak için en önde bulunan arkadaşlarımızdılar. Siz “O’nlara” sırtınızı dönebilirdiniz, “O’nlara” güvenebilirdiniz. “O’nlara” her şeylerinizi emanet edebilirdiniz. Evet, her şeylerinizi. “O’nlar”, “Toros” dağları gibiydiler.

“O’nların” birinci işleri Ocak’ları ve davalarıydı. Her şeyden taviz verirler fakat asla davalarından taviz vermezlerdi. Biz “O’nlarla” çok iyi anlaşırdık. “O’nlar” diğer bazı arkadaşlardan, tevazuları ile bilgileri, kültürleri ve davalarına olan tam inançları ile sivrilmişlerdi. Hareketin en önündeydiler, toparlarlardılar, bütünleştirirlerdiler, sohbet ederlerdiler, sokağa çıkar dergilerimizi satarlardılar, seminerler verirlerdi, “Ülkücülük” anlatırlardı. “Ocak”ta bulunan çok genç arkadaşlarla hep ilgilenirler “Ülkücülük” eğitimi verirlerdi. “O’nlar” hareketi sırtlanan bir gurup arkadaştılar. “O’nlar” Kürşad’dılar, Alp’tiler, Akıncı’ydılar ve sadece davalarının adamıydılar.

Evet, şimdi biraz anlaşıldı mı acaba? “Ülkücüleri” “Sarı Hoca”nın ders verdiği çocuğa benzetiyor olmam. Şimdi ders verecek “Sarı Hoca” belki yoktu ama şimdi “Ülkücüler” vardı. “Ülkücüler”, sanki “Sarı Hoca” varmış gibi vardılar. “Ülkücüler”de sanki “Sarı hoca” nın dergâhından geçmiş yol, usul, kural, kaide, sıra, sevgi, saygı, yiğitlik, mertlik, dürüstlük almışlar da gelmişlerdi de vardılar. Sanki “Ülkücülerin” arkasında “Sarı Hoca” hala vardı ve hepimize, her birimize yol gösteriyordu.

Odgurmuş: O günlerde Ocak’larda bulunup faaliyetlere katılan Ülkücüleri tarihle irtibatlandırıyorsunuz. Çok ilginç geldi bana.

Ögdülmüş: İlginç gelmesin, o arkadaşlar gerçekten tarihin derinliklerinden gelmiş gibiydiler. Ben öyle görüyordum.

“Ülkücüler” 24 oğuz boyundan, geliyorlardı, “Oğuz” boyundan geliyor olmanın asaletleri vardı üzerlerinde. “Kayı”lar gibi savaşçıydılar. Evet inatçıydılar, davaları ve inandıkları değerleri savunma konusunda çok inatçıydılar. Her şeylerini verirler ama davalarından asla taviz vermezlerdi. “O’nlar” adeta davaları için yaşarlardı. “O’nların” koşturmadıkları iş, koşturmadıkları görev, koşturmadıkları toplantı, koşturmadıkları miting, koşturmadıklarıı köy, kasaba, ilçe yoktu. O’nlar her yerdeydiler. “O’nlar” ve diğerleri ile birlikte her yerdeydiler. Her görev onlarındı, hareketi hep birlikte temsil ediyorlardı. Hareketin en önündeydiler. Çook kuru ekmek, peynir ekmek, yavan ekmek yemişler. Çook simitle, parmak çörekle, sıcak somunla karınlarını doyurmuşlardı.

Sanki 24 Oğuz boyu “Ülkücülerle” dirilmiş Başbuğ’un işaretiyle “O’nlar” harekete katılmıştı ve bu “Oğuz” yiğitleri en öndeydiler. Tuğları o taşıyorlardı. Sancaklar açılmış, kösler ve davullar vurulmuş, tuğlar kalkmıştı bir kere, “Ülkücülerin” elinde kalkmıştı, ete kemiğe bürünmüş canlanmış 1970’ ler Türkiye’sine gelmişlerdi. Dedik ya “Obayı yağı mı basmıştı” ne. İş başa düşmüştü, Diğer Ülküdaşları kan dökerken, can verirken kara toprağın bağrına düşerken, biz daha terlememiştik bile, çalışmalı çok çalışmalıydık. Nitekim öyle oldu. Çok çalıştık. Yapılamayan işler yaptık, Bulunduğumuz Ocağımızın, Türkiye için neredeyse “Milliyetçi Hareketin Kâbe’si” olmasını sağlamışlardı. Bu çalışmalarda zerre kadar katkı sağlamış olmanın huzuru içindeydiler.

O’nlar “Kürşad’dı”, “Alp”ti, “Akıncı’ydı” demiştik evet O’nlar Kürşad’dılar, Ulubatlı Hasan’dılar. Dışarıdan bakanlar belki görmeyebilirler, ama içerden bakanlar görür ve bilirlerdi ki O’nlar gerçekten birer “Kahraman”dılar. Dernek nedir, teşkilat nedir, dava nedir, ideal nedir pek bilmeyenler onları göremezler ve anlayamazlardı. O’nlar öğünmez, her işte kendilerini göstermeye çalışanlar gibi davranmazlardılar. Türk’n uzun saçlı savaşçı yiğitleri gibiydiler. “O’nlar” Korkut Ata’dan ders almışlardı. Dede Korkut’dan uzun yıllar ders görmüş gibiydiler. Ya’da onlar, Horasan’da “can ocağında” pişmiş, yunmuş, yıkanmış, arınmış, atlanmış, pusatlanmış ve Anadolu’ya “Bozok Yaylası”na gelmişlerdi. Cenk vardı, mücadele vardı Anadolu’da, obayı yağı basmıştı, bu yağı başka yağıydı, bu yağı karşıdan dışarıdan gelmiyordu, bu yağı içerden çıkıyordu. İçimizden çaşıtlar bulmuş bizi içerden çökertmeye çalışıyordu. Onlarla mücadele etmek gerekiyordu. “O’nlar” bu mücadelede en öndeydiler, Deneğin-Ocağın yükünü neredeyse tek başlarına omuzlarlar, çevredekilere aldırmazlardılar. Neden bazıları seyrediyor, biz yük taşıyoruz demezlerdiler. Dedim ya Onlar Ülkücüydüler, koşturmadıkları iş, üstesinden gelemedikleri bir konu yoktu.

Fakat bu gün kafaları biraz karışuk, ne yapacaklarını nerede duracaklarını pek kestiremiyorlar. Dışarda esan en ufak rüzgardan bile etkileniyorlar.