İçinde bastıramadığı bir göç etme duygusu vardı. Bu yer değiştirme arzusu bir kaçış değildi, bir kopuş da değildi. Yeni bir şeye ulaşma arzusunu da taşımıyordu. Ama nefes almak gibi, su içmek gibi, yemek yemek gibi son derece köklü bir istekle ve asırlar öncesinden bilincine yüklenmişçesine bir bilgiyle bunu hissediyordu.
İnsanın yerleşik hayata geçmesi çok uzun yıllar almıştı. İnsan hep göçerdi. Pılısını pırtısını toplayıp yaşam için daha elverişli olduğunu düşündüğü yere doğru hareket ederdi. Göçebelik zordu, fakat yerleşik hayata dair bir fikri yoktu insanın. Avının peşinden koşuyordu, mevsim değişince hayata tutunmaya çalışıyordu, aile kurmak ve evlenmek için göç ediyordu. Bir yerde sabit kalmak, yani durmak, yani kararlı olmak dolayısıyla istikrarlı bir sistem kurmak insan için henüz söz konusu değildi.
Tarihte en uzun göçleri bizim milletimiz yaşamıştır. Türkler çoğunlukla soğuk iklim kuşaklarında bulunmuşlar, iklimin hayat şartlarını zorlaması onları göçe mecbur bırakmıştır. Uzun yıllar avcılıkla beslenen atalarımız avladıkları ren geyiklerinin yer değiştirmesiyle de göç etmek zorunda kalmışlardır. Yine bizim milletimizde kabile içi evlilik hoş görülmemiştir, bu nedenle Türkler aile kurmak ve evlenmek için de göçe mecbur kalmıştır.
MÖ. 10 binlerde insanın tarım yapmayı öğrenmesi, yerleşik hayata geçmesinin bir nedeni oldu. Önceleri sevdiği bitkilerle karnını doyuran insan bu bitki kırıntılarının döküldüğü yerde yeniden yetiştiğini yıllar içinde fark etti ve bunları ekerek yetiştirmeyi akıl etti. Mevsim değişimlerini gözlemleyip bunu sistematik hale getirince de tarım kurumunu oluşturdu. Mezopotamya civarında olduğu söylenir ilk tarım alanlarının. İnsanın tecrübesi, doğayla uyumlanması tam anlamıyla deney ve gözleme dayanır. Avcılığı buluşu da benzerdir insanın; önceleri hayvanların saldırısından kaçarak kendini koruyan insan, eline geçirdiği taş ve sair şeyleri kendisini korumak için kovalayan hayvana atar. İsabet ettirince hayvandaki baygınlık, sersemlik veya ölüm halini gözlemleyip bunu sistematik hale getirir ve avcılık ortaya çıkar. İnsan bilgisine sahip olduğu şeyi hayata geçirebilir ve sahip olduğu bilgi kaçınılmaz olarak insanı dönüştürür, değiştirir. Artık yerleşik hayata geçmenin bilgisine sahiptir insan. İnsanı bir yerde kalmaya mecbur eden bir eylemi tarımsa, diğer eylemi de ölülerini gömmesidir. İnsan mezarlarından kolay ayrılamazdı. Çünkü bir milletin hafızasını temsil eder mezarlıklar.
İnsan yerleşik hayata geçince yaşam şekli değişir, bir yerde durmak, kararlı olmak ve istikrarlı bir sistem kurmak ihtiyacı hasıl olur. Devletlerin kurulması, yazının bulunması, felsefe-bilimin gelişmesi insanın yerleşik hayata geçmesiyle, yani durup düşünmesiyle söz konusu olabilmiştir. Latince’de devlet demek olan “status” durmak kökünden gelir. Sürekli koşturan, hayatta kalmaya çalışan, köklenmekten ve bir yere bağlanma duygusundan mahrum olan insan düşünemez, felsefe-bilim yapamaz, devlet kuramaz ve sahip olduğu kültürü medeniyet mesabesine çıkaramazdı. Hasılı durmaya çok şey borçluyuz.
İnsan doğadan öğrenir, doğayla öğrenirdi. Tarım insanın kendini tanıma, doğayla uyumlanma halinin en sistematik vasıtasıydı. Ona uygun davrandığı müddetçe aralarındaki muhteşem uyumdan ikisi de faydalanmaktaydı. Fakat artık 18. Yüzyıla gelinmiştir ve sanayi devrimi gerçekleşmiştir. İnsan doğadan kopmaya, doğaya sırtını dönmeye ve doğaya hükmetmeye başlamıştır. İnsan ancak nesne olarak gördüğü şey üzerinde ameliyat yapabilir, ona operasyon yapabilir, onun üzerinde tasarrufta bulunabilirdi. Kendi düşüncesinin uzantısı kıldığı her şey insan için bir operasyon zeminidir, çünkü bu anlayış söz konusu şeyin kendinden menkul bir değer taşımadığı anlamını tazammun etmektedir. Teoman Duralı bir söyleşisinde “tarımla kendini tanıyan, bilen insan; sanayi devrimiyle kendine yabancılaşmaya başlamıştır” der.
Sanayi devriminin sonuçları kanıksanmış, doğaya büsbütün sırt çevrilmiş, tabiat her türlü insani operasyona açık hale getirilmiş, tarım modern yöntemlerle tamamen mekanikleşmiş ve kapitalist sistemin dayattığı daha fazla kazanma hırsına toprak kirletilerek feda edilmişti. Ve artık Ronald David Laing’in bahsettiği zamanlara ulaşmıştık sanırım; “bir zaman gelecek insanlar bugüne kadar görülmemiş ölçüde bir kıtlık yaşayacaklar; ve bu kıtlık ne içecek kıtlığı olacak ne de yiyecek kıtlığı olacak; bu kıtlık, Tanrı’nın sözlerini işitme kıtlığı olacak.”
İçindeki göç etme arzusuna dokundu, aslında Tanrı’nın sözlerini duyabileceği bir yer arıyordu.