Yozgat merkezde doğup büyüdüm. İlk ve orta öğrenimimi Yozgat'ta tamamladıktan sonra yurt dışına çıktım. Şu anda paslanmaz çelik üzerine bir şirkette yönetici olarak çalışıyorum ve iki çocuk annesiyim.

11 ayın Sultanı, Şehr-i Ramazan gelirken yanında bolluk ve bereketi de getirirdi. Sofralarımıza sanki Hızır Aleyhisselam'ın değneği dokunmuşçasına, envai çeşit yiyeceklerle süslenirdi. Yozgat kadınının yoktan var etme yeteneğini göz ardı edersek büyük haksızlık etmiş oluruz. Tekne orucu, günün belirli saatlerinde tutulan oruç anlamına gelir, ve mutlaka hepimiz bu duyguları birebir yaşamışızdır.

Ailenin cümbür cemaat sahura kalkacağını duyduğum an, annemin ibiğinden alırdım. "Anne, ne olur beni de uyandır," diye yalvarırdım. Zaten üç kardeşim ve babaannemle paylaştığım odada yataklar toplanır, yere sahur sofrası kurulabilirdi. Üstelik, davulcu Cafer dayı ve zurnacı Haydar amcayı hesaba katmazsak olmaz.

"Temcide kalkın kadınlar, bazlama yapın kadınlar..." naralarıyla mahalleyi ayağa kaldıran... Sahurda uyanmamam olası değil. Akşamdan yoğurulan hamur, gece yapılacak bazlama, yanında kayısı, erik, üzüm hoşafı, güvermiş çanak peyniri, sarı tavuğun kaynatılmış yumurtaları... Yanında, hemen hemen bütün mahallede olduğu gibi, bizim bahçemizde de bulunan küçük yeşilliklerden toplanmış nane, maydanoz, yeşil soğan, tere gibi tadına doyulmaz lezzetler. Bu güzel ay, bolluk ve bereketi de beraberinde getirirdi.

Sahura kalktık, yağlı bazlamayı yedik, yatıp uyuduk ama, madalyonun diğer tarafı var! Bütün gün aç susuz kalacaksın. Ana yüreği işte, buna da bir çare bulur ve öğlene kadar oruç tutarsam, bir ayda 15 orucum olur; bunun adı da tekne orucudur, diye kendince olaya zekice bir çözüm bulurdu.

Sabah kalkıp gündelik işler yapıldıktan sonra, mahalleyi yavaş yavaş yemek kokuları sarmaya başlardı. Her evden değişik kokular gelse de, genellikle kızartma ağırlıklı, daha çok patlıcan kokusu etrafa yayılırdı. Oruçlu insana bu kokular o kadar güzel gelir ve iştah açıcıdır ki, çoğunuz mutlaka burnunuzda hissetmişsinizdir.
Tarhana çorbası üzerine yakılmış tereyağında nane kokusu, her evde mutlaka iki ya da üç günde bir yapılan yumurta tatlısı kokusu, çok uzun yıllar geçmesine rağmen hâlâ burnumun direğini sızlatır.

Mahallemizde her evde bir ya da iki genç kız vardı. Daha önce de belirttiğim gibi, mahalle aslında büyük bir aile gibiydi. Herkes birbirinin evine istediği gibi girer, istediği gibi çıkar; müsaade almak gereği duymazdı. Birkaç gün evden ayrılacak olanlar anahtarını komşuya bırakıp giderdi. O günleri anımsadıkça her seferinde derin bir "off" çekerim.

Evdeki hazırlıklar bittikten sonra, bütün genç kızlar minderini ve el işlerini alarak Çamlık'ın eteklerine doğru çıkardık. Bu, her gün rutin olarak yaptığımız bir şeydi. Çamların altında minderlerimizi bir daire oluşturacak şekilde yerleştirir, yuvarlak bir şekilde otururduk. Ellerimizde işlenen, oya, örgü ne varsa, çeyizlik işler başlardık. Hamarat, becerikli Yozgat kızının marifetlerini birer birer ortaya dökmeye başlardık. Bunun yanı sıra, çene motoru takmış gibi dedikodu yapar, türküler, maniler söylerdik:

"Mani bilirim elli,

Yitirsem yârim belli,

Ben yârimi bilirim,

Sağ yüzü çifte benli…"

Fıkralar anlatılırdı. Zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık. Hepimizin hayalinde bir eş, yuva, mutlu bir aile, çoluk çocuğa karışma hayali vardı. Şarkılar, türküler söyler; derin duygulara dalar; kahkahalar atar; sohbet ederdik. Bir de bakmışız, iftara bir saat kalmış. Tabana kuvvet, yokuş aşağı kendimizi bırakırdık. Çamlığın bize verdiği o doyumsuz enerjiyle... Açlık, susuzluk umurumuzda olmazdı.

Çamlığın eteğini süsleyen o çam, alıç, çörtük, palamut, ardıç ağaçları, kulağımıza küpe, saçımıza toka yaptığımız mor çiçekler dile gelse, gözyaşları sel olup akardı mutlaka. Bir tek gün, olsun arkadaşlarımla (aslında hepsi benden büyüktü, ben daha yeni yetmeyken "hamamın tık diyeni" bensiz olmazdı) o günlere dönmek, anamı, babamı, babaannemi, kardeşlerimi o iftar sofrasında görebilmek için nelerden vazgeçerdim...

Saygılar, hayırlı Ramazanlar.

Devamı yarın…