“Herkesin yuvayla ilgili başka başka fikirleri vardır; hep birbirine benzeyen” dedi. Tütününü sarmak için deri sigara tabakasına uzandı, bir tutam tütünü ince sigara çarşaf kağıdının üzerine yerleştirdi, itinayla sardı. Aslında kibritle yakmayı severdi sigarasını ama bu vakte kadar hep çakmakla yakmayı tercih etmişti.

Kabul edelim ki kibrit biraz taşralıydı, çakmak biraz şehirliyken kibrit daha çok köy kokuyordu O’na. İki gözlü, üzerinde ya aygaz ya da milangaz yazan, büyük tüple çalışan emaye ocağın kenarında duran ve muhtemelen iki metrekarelik, küçük mutfak tezgahında yıkanan bulaşığın suyuyla ıslanan, ıslandığı için yanmayan ama kuruyup yanacağına inanıldığı için ısrarla atılmayan ve bir sonraki bulaşık yıkama anına kadar yani ertesi gün akşama kadar bir parça kurusa da yeniden ıslanmaktan kurtulamayan, ıslanmasın diye bulaşık yıkayan ıslak ellerle tezgahın üzerindeki peykeye konulmak için dokunulduğunda ıslanan kibrit kutusunu hatırladığı için belki de sigarasını çok sevdiği kibritle yakmamayı tercih ediyordu.

Bir müddet sonra uzun burunlu, silah tetiğine benzer mekanizmalı, dikey yapılı ama yapısı itibariyle genellikle yatay olarak mutfak tezgahının üzerinde durmaya mecbur olan, son derece çirkin çakmaklar kibritin yerini almaya başlamıştı. Son derece işlevseldiler; bir defa upuzun ve gerçekten çirkin burunları sayesinde elinizi hiç yakmadan ocağı yakmayı başarabiliyordunuz onlarla. Kabzası ve tetik kısmı ısrarla birbirinden farklı ve çoğu kere uyumsuz renklerle üretilen, krom kaplama namlusuyla her an ocak yakmaya hazır bir şekilde bekleyen bu çirkin aletler sadece kibritin hayatını tehdit etmiyorlar; kibritin kendine has dikdörtgen prizma şeklinin temsil ettiği estetikten ve kibriti tercih edenlerin tercih etmesine neden olan yanınca ortaya çıkan kav kokusundan mahrum kalmayı da temsil ediyordular. Yani işlevsel olmakla estetik olmak arasında bir tercihe zorlanıyordu insan.

Yuva deyince çocukluğunu geçirdiği köyü hatırlıyordu. Her şeyin çocuk saflığında yaşandığı, havasının motorlu araçlarla henüz kirletilmediği, suyunun pınarlardan geldiği, çeşidi az olsa da dalından koparılan meyvenin yendiği, harman yerinde top oynanan,  gürültüden uzak, herkesin herkesi tanıdığı; bağıyla, bahçesiyle, bisiklet sürüp çelik çomak oynamasıyla, ellerini simsiyah eden tekerlek yuvarlamasıyla eve gelmeyi unuttuğu köy, tüm hayatının çevresinde dolaşacağı çocukluğu için güzel bir mekandı.

Köyde mutfak tezgahının alt iki ucuna çakılan çivilere bağlanan çuval ipine asılarak tezgaha perde olan örtünün altına konulan, kahverengi kare prizma şekilli, tahmini ağırlığı 5 kilogram gelen vita yağlarının yerini, hangi marka olursa olsun adı “sana yağ” olan margarinlerin aldığı zamanlarda aklı yetmeye, büyümeye başlamıştı. O sıralar kibritten çakmağa geçmek çok dikkatini çekmemiş olabilirdi ama yağlar arasındaki çağ açıp çağ kapatan bu geçiş O’nun için çok önemliydi; ekmeğin üzerine sürülüp, bal ya da reçel çoğu kere olmadığından üzerine toz şeker gezdirilen, besin değeri yüksek(!), son derece lezzetli bir yiyecek olmasıyla öğünlerinin neredeyse tamamını ilgilendiriyordu sana yağ. Bu sefer hem estetik hem de işlevsel olan ama neticede yeni olan eskinin yerini tutmayı yine başarmıştı.

Yuva kavramında olduğu gibi her kavramın çocukluğa temas eden bir yönü vardı. Sonradan bir şey öğrenilmez, öğrendiğimizi düşündüğümüz şeyler aslında hatırladıklarımızdır diyen çok sevdiği Platon’u haklı çıkarmak gibi bir niyeti yoktu bu yargısıyla. Her kavramı algılama zemininin çocukluktan itibaren edinilen tecrübelerle şekillendiğini, çocuklukta elimize tutuşturuluverilen hayatın sonradan gelen her şeye zemin olacağını kabul etmek kaçınılmaz görünüyordu sadece. Nobel ödüllü yazar Louise Glück “Dünyaya bir kez bakarız çocuklukta; geri kalanı hatıradır” derken haklıydı.

O sebepten hep çocukluk hatıraları canlanırdı gözümüzde. İlk araba sürüşümüzü, bisiklete ilk defa binişimizi, ilkokulun ilk gününü, yeni spor ayakkabımıza sarılıp yattığımızı, öğretmenimizin  ilk sıra dayanağını, karanlık bir odada yere oturup küçük dizlerimizi karnımıza doğru çekip ağladığımız zamanları hiç unutmayız. Ve yuvamızdan bakarız hayata, yuvamızla bakarız, yuvamız yaramızdır; “yaramız ise ışığın sızdığı ilk yerdir bize” Hasılı insanın çocukluğu insanın en gerçek yuvasıydı.