“ALMAK” ve “VERMEK” güzel Türkçe’mizde ki; iki kelime, iki fiil ve iki zıt kavramdır. Almak, bir şeyin kişinin uhdesine geçmesidir. Almak, tek tek olabildiği gibi, çok, yani derleyerek, toparlayarak, biriktirerek, sahip olmak biçiminde de olabilmektir.
İnsan, fıtratı gereği “almak”, “sahip olmak” istemektedir. İnsan beyni mütemadiyen “almak” olgusuna programlanmıştır. Aldıkça mutlu olunacağı, daha çok alındıkça güç ve güvenin, dolasıyla mutluluğun katlanarak artacağı sanılmaktadır. İnsan, dur durak bilmeden hep almak, her şeyi almak ister. Yaradılış gereği insandaki “alma” isteğinin bir sınırı yoktur. İnsan, bütün dünyayı alsa yine “alma” isteği sona ermez. Dünyayı verseniz, bu defa ay ve güneşi ister. Kısaca, insan “almak” konusunda doyumsuzdur. Komünizm “çok alıp az vermek” yerine, “çok verip az almayı” becerebilseydi, belki bu kadar başarısız olmazdı.
Kapitalizm de insanlığın “almak” isteğinden doğmuştur. Çünkü kapital (para), insanın “almak” ve aldıklarını taşıyabilme dürtüsüne cevap veren,- bu gün için- en uygun vasıtadır. Para, insana daha çok “alabilme” ve daha çok şeye sahip olma imkanını sağlamaktadır. Kapitalizm (yani para düşkünlüğü) bir takım değerlerin erozyona uğraması sonucunu doğurmuş; ahlaki zafiyetler, aşırı menfaatçilik, başkalarının haklarına el uzatma, haram ve helal tanımama, çalma- çırpma, rüşvet ve irtikap, köşe dönmecilik gibi birey ve toplum aleyhine bazı fiillerin ortaya çıkması ve giderek tüm evrensel ve “doğal hukuk” değerlerini yok etme neticesini husule getirecek bir seyir takip etmektedir.
Klasik bazı örnekler verecek olursak, para yüzünden; oğul babasıyla, kız anasıyla, kardeş kardeşle kavga eder duruma gelmiştir. Paraya sahip olma duygusu, fuhuşun artmasına, hırsızlık ve rüşvetin yaygınlaşmana neden olmuştur.
İzninizle, bu “alma” dürtüsünü (isteğini) sürekli bisiklet kullanan bir sporcuya benzetiyorum. Hiç inmeden sürekli pedal basan bir sporcu nasıl ki bir müddet sonra çatlayıp ölürse, “alma” arzusu, hiç bitmeyen kapitalizmin de bir gün, bisiklet üstünde çatlayan insan gibi olacağını düşünüyorum. Ancak o gün, hangi asırda görülür, bu gün, bunu bilmek mümkün görünmüyor.
“Almak” isteği aynı zamanda dünyayı ve hatta evreni de tehdit etmektedir. İnsan, “almak” uğruna evrendeki her şeyi harap etmektedir. Toprağın binlerce metre altındaki petrol, gaz ve madenlerden tutunda, yer üstündeki hemen her şeyi, hatta rüya ve hayalleri dahi satın almak mümkün olmaktadır. Örneğin, şirketler gelecek on yıllarında yapmayı düşündükleri karlarını bu günden satması bunun en güzel örneği değil midir? Hep almak, dur durak bilmeden almak, kolay yoldan almak, kolay taşımak arzusu, ölünceye kadar peşinizi bir türlü bırakmamaktadır. Hatta mümkünse “vermeden” almak, en güzel almak olarak değerlendirilmekte, bir şey verilecekse de “az verip” çok alma amacına uygun olmalıdır. Yani bir bakraç su ile kuyudaki tüm suyu çekmek olmalı vermenin amacı. Amaç sadece “almak” olunca, ezip geçmek, yıkıp yok etmek sorun değildir. İşte bu günkü dünyanın asıl problemi budur.
Oysa Yaradan dünyayı ve evreni zıtlıklar dengesi üzerine inşa etmiştir. Siyah-beyaz, sağ sol, yukarı aşağı, gece gündüz, erkek dişi, sıcak soğuk, tez antitez.. gibi. İşte “almak” ve “vermek” de zıtlık dengesi içinde değerlendirilmelidir. Hatta “vermek” almaktan daha üstün bir sonucu husule getirmektedir. “Almak” somurtmak, “vermek” gülümsemektir. Almak, bencillik ve kibir, vermek tevazu ve diğer gamlık neticesini doğurur. Vermek cana can katar, vermek dünyayı gelin gibi süsler. “Vermek” ve “almak” farkı, tıpkı tarlaya tohum ekenle, tarlada hasat eden gibidir. Biri tohum attığında tarla yeşillenir, etraf mis gibi kokar, diğeri hasat yaptığında geride siyah ve kuru bir toprak bırakır.
Resulü kibriya “veren el alan elden üstündür” buyurmuştur. Biz bu güzel sözü hep dar bir manada yorumlamışız. Veren kişinin alan kişiden üstün olduğunu zannetmişiz. Alan el (kişi) takvada daha üstün ise, veren elin daha üstün olması söz konusu değildir. Zira “üstünlük ancak takva iledir”. Her ne kadar bu hadis’in amacının "verme" yi teşvik olduğu söylense de, kanaatimce buradaki “verme” ve “alma” kavramları daha geniş anlamlar ifade etmektedir. “Vermek” yalnızca kişiye değil, doğaya ve tüm insanlığa bir şeyler vermenin, doğa ve insanlardan “alma” dan daha üstün olduğu anlatılmak istenmektedir. Tüm insanların bir kültür, bir hayat biçimi olarak, “vermek” filini icra etmesinin “almak” filini icra etmesinden üstün olduğuna dikkat çekilmektedir.
İnsanların “hep bana Rabbena” diyerek, nalıncı keseri gibi hep kendine yontarak, sürekli istif etmesi, yığınak yapması, dünyanın ve insanlığın, sıkıntı, yokluk ve yoksunluk içinde kalmasına sebep olmaktadır. Oysa vermek, olanı paylaşmak, dünyanın gülümsemesi, insanların mutlu olması demektir.
Vermek, çok güzel bir eylemdir. Bir köpeğe kemik, bir kediye ciğer vermek, bir çiçeğe su vermek, bir insana gülümsemek, bir yoksula yardım etmek... Ne kadar mutluluk veren bir davranıştır. Değil mi? Vermek işte böyle bir güzelliktir. Yüce rabbimiz, “bir verene on veririm” vaadinde bulunuyor. Zaten bunu da bize yaşatıyor. Bir kilo buğday ekilince on kilo veriyor.... Bu aynı zamanda Allah’ın bir vaadi değil bir kuralıdır. Hani “cennet de cehennem de bu dünyadan götürülür” denilir ya, işte insan bire on sevabı da bu dünyadan götürür. Ayrıca rabbim bu kuralını da bu dünya da göstermektedir. Allah hiç kimseye borçlu kalmaz.
Bize düşen az almak, çok vermektir. Tüm insanlığa “almak” yerine “vermek” kültürünü yerleştirmek, bir zorunluluk olsa gerek.