Hani bazen rastlarız, kimi kitapların başında, ”Bu kitaptaki olayların gerçek kişilerle ilgisi yoktur” yazar ya… Aksine benim masallarımdaki tüm kişiler ve yerler gerçek… Sadece adı masal…

Neden büyüklere?...
Çünki benim masallarımda geçen yerleri ve kişileri, benden beş-on yaş büyük veya küçük olanlar bilebilir.

***

Madem Tonosluoğlu Çarşısı’yla başladık, devam edelim.
Un Pazarı’ndaki terzi dükkanımızdan, Sırasöğüt’teki evimize giderken, Tonosluoğlu Hanı’nın önünden geçerdim. Muhtemelen Şeref Bakıcı’nın dükkanına denk gelen yerde çok yüksek, iki kanatlı ağaç kapılardan girilirdi hana. Karataşlarla döşenmiş avlunun dört bir yanında, yine ağaçlarla yapılmış, üst katında odaları, alt katında hayvanların bağlı olduğu iki katlı bir yer olarak hatırlıyorum Tonosluoğlu Hanı’nı…
Sonra yıktılar hanı. Devasa bir alan çıktı ortaya. Bir süre boş kaldı.
Bir ara bir gösteri tesisi kuruldu. Lunaparklardan bilirsiniz hani, dev bir silindirin duvarlarında,
gürültülü motosikletleriyle akrobasi gösterileri yapan bir guruptu. Adını hiç unutmadım. “Ölüm Üstüvanesi”
Daha sonra cadde üzeri açık bırakılarak arsanın üç tarafına iki katlı bitişik inşaat yapıldı.
Oldu sana Tonosluoğlu Çarşısı…
Sol üst kat ve karşı üst kat Zafer Oteli oldu, sağ üst kat da İmren Pastanesi’ne katıldı.
Sol altta ise Kayserili manifaturacılar, Yazıhaneci Selahattin Ersoy, Tuhafiyeci Ahmet Yücesan, Berber yerleştiler. Karşı cephede Perdeci Ünal ve Çınar Demirtürk, Manifaturacı Karahançerler,
Sağ köşede de, bu günün Aynalı Kahvesi’nin o günkü çay ocağı vardı.
Sağ taraf altta da Kunduracı Turgut Kaymaz, Radyocu Doğan İyibil ve Sönmez matbaası vardı.
En son olarak ta cadde tarafına iki katlı ilave dükkan ve bürolar yapıldı.
Cadde üzerindeki dükkanlara Eczacı Hüseyin Kamanlı, Manifaturacı Lök’lü Ali Bakıcı ve Karahançerler taşındı.
Üst kata da Eser İnşaat, Avukat Mustafa İpekel, Mühendis Mithat Uyar ve Mühendis Muhlis Adıbelli yerleşti.

***

Yaşım kaçtı hatırlayamıyorum. Bir sabah Kapalıçarşı’nın karşısındaki Tonosluoğlu çarşısı’nda
bir hareketlilik vardı. Birisi, bilmediğim bir şeylerle uğraşıyor, meraklı birkaç kişi de onu izliyordu.
Güler yüzlü, yakışıklı bir ağabey. Bir elinde, ucunda bir top olan uzunca bir sopa, diğer elinde fırça,
önünde rengarenk boyalar… Önceden boyanmış sac levhalar üzerine yazılar yazıyordu.
Ama ne yazılar, ne harika yazılar. Çeşit çeşit, renk renk. Yaptıkları çok hoşuma gitmişti. İlk defa görüyordum.
O günden sonra, neredeyse her gün oraya gidip, ağabeyi ve yaptıklarını izliyordum.
Önceleri uzaktan uzaktan, sonra dükkanın kapısından, daha sonra da dükkanın içinden…

Onu böyle izlememden ve varlığımdan rahatsız olmuyordu.
Ben de bu arada boş durmuyorum, işin gidişatına göre hangi rengi kullanacağını,
hangi fırçayı kullanacağını tahmin ediyor ve onu uzatıyordum. Buna da memnun oluyordu.
Dedim ya, yaptığı iş çok hoşuma gitmişti. Tam benlikti yani.

Gene bir sabah, “Abi beni çırak alsana” dedim. “Olur” dedi, “Babandan izin al gel!”
Ben de bir koşu babamdan izin alıp geldim. Ne de olsa gözünün önünde olacaktım.
Adı Alaattin Yastıman’mış. Kırşehir’den Yozgat’a tabela yazmaya gelmiş.
Yozgat’da da tabelacı yok gibi! Benim bildiğim, Sanayide Şahin Özkan vardı.

Kaporta-Boyanın yanı sıra tabela da yazardı ama Alaattin Ustamdan önce mi, sonra mıydı hatırlayamıyorum.

Neyse! Böylece tabelacılığa başladım. Daha doğrusu çıraklığa…
Alaattin Ustam önce çıplak sacı fırçayla boyamayı öğretti.
Ama ne boyama! Öyle duvar filan boyamaya hiç benzemeyen titizlikte.
Hiçbir noktada fırça izi bulunmaması gerekiyordu. İşi yavaş yavaş öğreniyordum.
Öyle ki, sabahları ustam gelmeden yazılacak tabelanın yazılarını kurşun kalemle tabelaya yerleştirmeye çalışıyorum, geldiğinde de eksiklerimi yanlışlarımı bana göstererek öğretiyordu…
Epey bir şey kapmıştım tabelacılık konusunda.

Bu mesleki kariyerim(!) le ilgili tek eserim,
“Meşhur Tandır Kebabı / Hasgül ve Cevdet Civelek “ tabelasıydı. Ustamın refakatinde, neredeyse tamamını ben yazmıştım.

Ustalığından, efendiliğinden, insanlığından çok şeyler öğrendiğim Alaattin Usta’m gün geldi,
Kırşehir’e geri döndü. O yaz tatilim de böyle geçmişti.
O zamanın Yozgat’ına göre geniş bir aileydik demek ki…
Büyükbabam Terzi Salih Usta’nın iki ağabeyi daha vardı, Terzi Ziya ve Terzi Necip Ustalar...
Biz ve Yılmaz amcam, büyükbabamlarla bitişik otururduk, Cumhuriyet’in altındaki aralıkta…
Ziya Amcamız, Şekerpınar’da Veli Çalatlı ve Hacı Irgatoğlu’na komşuydu…
Necip amcamız da, Tuzkaya’da, damadı olan Şükrü amcamla bitişik otururlardı…
Dedem Postacının Rifat Ağa ve kardeşi Bakırcı Asim Ağa da Eskipazar’da otururlardı.
Komşuları Hacı Rifat Bacanlı, Halis Bacanlı, Demirci Boğos Usta, Kevork Kalustyan, Ali ve Erdal Dişlitaş ve hatırlayamadığım birçok hatırlı, gönüllü komşular…
Şimdilerin apartman komşuluğu gibi değil, duvar komşuluğu, bahçe komşuluğu, kapı komşuluğuydu.
Sen, benim bahçemden domates toplarken, ben senin bahçenden yeşil soğan toplardım. Öyle komşuluk yani.
Şimdilerde yan komşuya bile arabayla gidilirken, çocukluğumuzda biz bu mahallelere, akrabalarımıza, komşularımıza misafirliğe yürüyerek gider, gelirdik… Bazen fayton da çağrılırdı ama aradığın zaman fayton bulunmazdı ki… Bildiğim ya üç, ya beş fayton vardı.
Özellikle bayramlarda, bu mahalleleri ve komşuları tek tek dolaşırdık.
Sebebi belli değil mi? Bayram harçlığı toplayacağız…
Bayram dedim de!..
Bayram namazından geldikten sonra, bayramlıklarımı giyerken planlar yapardım…
“Bayramlaşmaya nereden, kimden başlayayım” diye…
Tabii önce evden başlamak gerek ama babam nasıl olsa garanti! Elini öpünce bir lira verecek… Büyükbabam da öyle… Ama Yılmaz amcamı kaçırmamalıydım. Çünkü en büyük bayram harçlığını o verir, iki buçuk veya beş lira… Buraları garantiye aldıktan sonra, önce aralıktaki komşularımız Bayi Mehmet amca (Yakup Alper’in babası), Çelebi Irgatoğlu, Divanlı’lı Nuri Emmi, Arabacı Necip’in oğlu Ahmet Abi, (Sayarlar’ın aile büyüğü) Feride Hala, Necati Bakıcı ve Adile Yenge.. Sonra Gürcüler’in bahçeye… Hacı Mahmut Civelek ve oğulları, Nusret, Ahmet ve Naci Civelek… Sonra da Sırasöğüt’teki diğer komşularımız, Topal Hamza, damadı Coşkun Gürle,
Öğretmen İrfan Ersoy dayımız, Ataman’lar ve daha bir çok komşu…
Ceplerim şeker, leblebi ve harçlıkla dolardı.
( Çikolata mı? O ne ki? Bilmezdik ki… Bir keresinde babam İstanbul dönüşü adını bile ilk defa duyduğum bir şey getirmişti… Tadı çok güzeldi… Muz getirmişti muz!.. )
Neyse!... İkindiye doğru da, Şekerpınar ve Tuzkaya’daki akrabalarımıza giderdik…
Gene bir bayram, mahalleyi dolanıp bayram parsasını topladıktan sonra,
Tuzkaya’ya Necip amcamlarla bayramlaşmaya gittim… Necip amcam namazdaydı.
Mürşide yengem, Sevil, Serpil ablalarım ve Aynur’la bayramlaştım.
Bu arada Necip amcam da namazını bitirip köşesine çekilmişti…
Elini öpüp bayramlaşmak istedim…
Elini vermedi!
Dedi ki; “Oğlum, büyükbabanın elini öptün mü? ” Öptüm?
“Ben yaş olarak büyükbabandan daha büyüğüm.
Bayram ziyaretlerine ailenin en büyüğünden başlanır.
Onun için bu bayram sana elimi öptürmüyorum!”
Bayram harçlığımı alamasam da dersimi almıştım…
Ve bana kös kös eve dönmek kalmıştı…

Orta Asya’dan geldiğimiz yıllardı(!)…
Yerleşik düzene geçtiğimiz o zamanlarda evlerimize giren ilk teknolojik alet…
Gazocağını bilir misiniz?
Hani üç ayak üstünde duran, alt deposundaki gaz yağının pompalanarak üstteki yanma bölümüne püskürtülmesiyle alevi güçlendirilen, bir kap yemeği pişirebilmek için belki de on kez pompalanması gereken, sarı pirinçten yapılmış gaz ocaklarını… Mutlaka bilenleriniz vardır.
Daha evveline aklım ermiyor ama sanıyorum gazocağı icat edilmeden önce, evlerin geniş mutfaklarının neredeyse bir duvarını işgal eden kuyulu ocaklarda saçkı, saman veya odun ateşinde pişirilirmiş yemekler…
Rifat dedemin Eskipazar’daki konağından hatırlıyorum…
Şimdi müze olan Nizamoğlu Konağı’nda da aynı ocaktan vardı, görmüştüm.
Hani yufka ekmek de yapılan tandırlar veya bir çeşidi…
İşte, yeni çıkan bu gazocakları, tandırların, ocakların pabucunu dama atmıştı sanki…
Analarımızın günlük hayatına büyük kolaylık gelmişti…
Artık ocağa saçkı saman taşımakla ve döküntüsüyle uğraşmayacaklardı…
Koy gazocağını düz bir yere, kafanın altındaki hazneye koy ispirtoyu tutuştur, kafa ısınınca da pompala gazocağını, çal kibriti. Ne kolaylık değil mi?
Ama bu defa da bir başka sıkıntı başlamıştı…
Tazyiki zayıflayan gaz ocağını ikide bir pompalamak…
Yemeği ocağa koyuyor, altını yakıyor ama başından ayrılıp ta başka bir ev işine koşturamıyorlardı ki analarımız!
Ya gazın tazyiki biter de ocak sönerse?
İşin en kötü yanı da, gaz püskürürken içindeki bir pislik memeyi tıkar, tümden yanmaz olurdu ocak…
Hadiii!, Yarı pişmiş yemeği indir, elin yana yana kızgın başlığı çıkart, al eline kıldan ince uçlu gazocağı iğnesini memeyi dürtükle dur…
Diyorum ya, kıldan ince bir telin gireceği deliği varın düşünün.
Kiminin gözleri görmez, kimi karanlık mutfakta uğraşır durur…
Tam açtım sanır, yemeği tekrar ocağa koyar, gazı pompalar, kibriti çalar…
Yanmaz… Memeden gaz geçmiyor… Al baştan bir daha… Bir daha…
Bu arada akşam telaşı da sarar mı kadıncağızı…
Babamız gelir de sofrayı hazır bulamazsa ortalığı kırfacana koyar.
Bir tek bizde değil, gazocağı olan tüm evlerde durum buydu.
Neler çekti zavallı analarımız o gazocağı denen meretten.
Güya medeniyetin bir aracıydı ama resmen azaptı analarımıza…
Bu zorluğun babalarımızda farkındaydı belki, ama ne yapsınlar…
Teknolojinin son harikası(!) gazocağı vardı evlerinde nasıl olsa.
Gerisini hanımlar düşünsündü…
Bu arada Saatçi Şakir (Güçlü) abi, Yozgat’ ta ilk kez görülen bir ocak getirdi…
Mutfakgaz…
Altında kocaman bir tüp, üstünde irili ufaklı üç tane ocak…
Görülmüş şey değil! Öyle pompalama, meme açma gibi sıkıntılar yok…
Çeviriyorsun düğmeyi, çakıyorsun kibriti… Bu kadar...
Analarımız için dünya varmış be!
Rahmetli Şakir abi, hatırlı dostlarının evine sorgusuz sualsiz gönderebilecek kadar alicenap bir insandı…
Sanıyorum Şükrü amcam da, kendi evine, bizim eve ve babaanneme olmak üzere üç tane almıştı…
Analarımızın yüzü Şakir abi sayesinde gülmüştü.

Saatçi Şakir abi’nin öncülüğünde, “Mutfakgaz çağ atlatmıştı” Yozgat evlerine…
Bu sıralarda babamla, Şükrü amcam da, Erbazlar olarak ortak olmuşlar,
Kapalıçarşı’da, halı, kilim, dikiş makinası derken işlerini yavaş yavaş büyütmekteydiler…Tüp gaz işinde de Mutfakgaz’dan sonra kurulan birçok firma Anadolu’da bayilikler veriyordu. Erbazlar’da, Mobilgaz’a bayilik başvurusu yaptılar.
Ancak Mobil akaryakıt şirketinin Yozgat bayii, Yumurtacıların Hasan Ağa (Doğruyol) ve
Hafız Ahmet Ağa (Karaman) ortaklığı olan, Doğman Kollektif Şirketi idi.Mobilgaz bayiliği için de Yumurtacılar’ın şirketine öncelik veriliyordu.
Bu nedenle bizimkilerin bayilik başvurusu reddedildi. Babam Yumurtacıların Hasan Ağa’ya gitti, durumu anlattı…Elinde her türlü maddi imkânı olan Hasan Ağa, bir iş adamı olarak böyle bir fırsatı kaçırır mı? Eline kadar gelmiş bir ekmeği bir başkasıyla bölüşür mü? Açar bir dükkan daha, parası var, pulu var. Doldurur malı, koyar başına da bir eleman, tıkır tıkır yürütür ve para kazanır.
“Ben de olsam böyle yapardım” deyişinizi duyar gibiyim…Ama öyle olmadı…Yumurtacıların Hasan ağa, babamın önüne düştü, birlikte Ankara’ya Mobil şirketine gittiler…Hasan emmi nasıl ettiyse etti, Mobilgaz bayiliğini Hasan Doğruyol-Bekir Erbaz ortaklığı olarak aldı! İlk birkaç ay faturalar bu iki isme kesildi.. Sonra Hasan emmi ortaklıktan ayrıldı… Bir kuruş menfaat gözetmeden…Sırf genç insanların önünü kesmemek, aksine desteklemek gerektiğini,bir ekmeği bırak bölüşmeyi, tümüyle başkasına bırakabilme kadirşinaslığını,o çocuk yaşlarımda ben, Hasan emmi’de, nam-ı diğer Yumurtacıların Hasan Ağa’da gördüm. Ağa’lık ta böyle bir şeydi demek ki…Mekânı cennet olsun…Mobilgaz bayiliğine de böylece başladık ama ne başlama! Kazalara, köylere varıncaya kadar harıl harıl Mobilgaz satıyoruz.. Tabii ki ben satmıyorum, yaşım ne, başım ne o zaman… İlkokuldayım daha…Ankara’ dan gelen malı, daha Kapalıçarşı’ya indirmeden, ambalajlarıyla alıp gidiyordu müşteriler…Bu arada bir şey daha gerekli oldu…Bu üç gözlü ocakları evlerde koyacak yer yok…Yeni binalarda belki mutfak tezgâhına konulabilirdi, ama kaç tane yeni bina vardı ki o zaman Yozgat’ta…Yere konulsa alçak oluyor, kimi çeyiz sandığının üstüne, kimi bir masa ütüne koyuyordu ocağını…Buna çare de demirci ustaları Ali ve Erdal Dişlitaş kardeşlerden geldi…Önce Tol Çarşı’da, sonra Sanayideki demir atölyelerinde 10mm lik nervürlü inşaat demirinden üçlü ocaklar için ayak ürettiler… Üstünde ocak, altında tüp, eğilip doğrulma derdinden de kurtuldu analarımız…Hemen bir de örtü diktiler dallı, güllü basmalardan ocaklarının ayak kısmına…Yenilik, yeniliği getiriyordu…Şimdi de ocakların üzerinde çörek börek yapmak için Marathon denilen fırınlar icat olmuştu…Bu günün mikrodalga fırınlarına benzer, alt tarafı ocaktan ısı alması için açık bırakılmış bir fırın…Neden bilmem pek rağbet görmedi…Ama benim çok işime yaradı Marathon…Yaz tatillerinde Kapalıçarşı’nın önüne yerleştiriyordum marathonu, Büyükcami’nin oralarda bir yerlerden, Karıncınınoğlu’ndan yarım kalıp buz alıyor, marathona yerleştiriyordum. Sonra şekerci Şükrü (Bozkuş) abinin hesabına, ağabeyi Mehmet Bozkuş’un Eski Üzüm Pazarı’ndaki gazoz imalathanesinden bir-iki kasa gazoz alıyor, marathonun alabildiği kadar buzların içine yerleştiriyordum gazozları…Yani fırına, buzdolabı muamelesi yapıyordum. Yozgat’ın o kısa yaz günlerinde, buz gibi gazoz sunuyordum müşterilerime…Haa! Bir de limonata masalım var ki o da sonraya kalsın…
Selam ve sevgilerimle…