Mahallenin tatlı bir çocukluk hatırası olduğu yıllar çok eskide kalmıştı. Herşeyin değiştiği gibi duygularımız, algılarımız, kavramlarımız da değişmişti. Herşey hareket halindeydi; madde hareket halindeydi, evren hareket halindeydi, dünya hareket halindeydi ve insan hareket halindeydi. Güneş trilyon birim zamanda bir defa dursa paramparça olurdu. Herşey hareketle kaimdi; hareket olmadan zaman, zaman olmadan mekan açıklanamazdı.

Üzerini giyindi, kravatını bağladı, son defa saçını düzeltti ve aynaya baktı. İnsanın kendini görmesini sağlayan, üzerine şiirler yazılan sırlı bir şeydi ayna. İnsanın içini de görebileceği bir aynaya ihtiyacı vardı; karanlık yanlarına ayna tutan birisine, bir şeye ihtiyacı vardı. Ayakkabılarını giyindi ve dışarı çıktı. Her zamanki gibi birgündü, güneş yine doğudan doğmuştu, kıyametin bugün de kopmayacağını anladı, hafif bir rüzgar esiyordu, yağmur yağmıyordu ama tam da yağmur yağacakmış gibi bir hava vardı. Kapalı havalar içini karartırdı, karamsar bir hale sokardı O’nu. Gam ve keder yüklüydü güneşi gölgeleyen bulutlar, yoksa sürekli aydınlık ve ışık saçan bir şeyin önüne niye geçsinler... Bulut da hareket halindeydi ve anlatmak istediği bir şey vardı. Onun dilini anlamadığını düşündü, içine doğduğu tabiatla arasına onu anlamak için ortaya konulan bir sürü “loji” giriyordu ve iletişim kurması daha da zorlaşıyordu sanki. Çünkü şuan tam üstünde bulunan, rengi griye çalan, oldukça kederli görünen bir bulut tüm lojilerin kalıplarını bir kenara bırakıp belki de sadece O’na bir şeyler anlatmak istiyordu. Çünkü kimse şuan o bulutu O’nun gördüğü gibi görmüyordu. Aynı sokakta, aynı apartmanın önünde, aynı zamanda, aynı açıyla bakan da aynı göremeyecekti.

Şehirde yaşıyordu, şehir köyden de kentten de ayrıydı. İnsanın içine nakşedilen kabiliyetlerini açığa çıkarma imkanına sahip olduğu yer olarak ifade etmişti İhsan Fazlıoğlu şehri. İçindeki kabiliyeti düşündü, açığa çıkarıp çıkarmadığını düşündü, Sirius yıldızı gibi parlamadığını farkedip bunu düşünmekten vazgeçti, aynayı düşündü ve şehir diye yaşadığı yerin gerçekten şehir olup olmadığını düşündü. “İnsanın kendilik bilgisi, Tanrı bilgisinden önce gelirdi” içindeki kabiliyet de, ayna da, şehir de insanın kendilik bilincinin uzantılarıydı aslında.

Yürüdü, her zaman gazete aldığı yerde gazete standının olmadığını farketti, gazete standının olmadığını farkettiğini de marketçi Nurettin abi farketti, “artık satmıyoruz, kimse almıyor, okumuyor, bize de eziyet oluyor” dedi. Yürüdü, insanlar haberdar olmak istemiyorlardı sanırım, haberlerden korkuyorlardu ya da hep aynı şeyler deyip önemsemiyorlardı, tabi haber kaynakları da değişmiş olabilirdi. “Ömür boyu hapse mahkum olan birisi için özgürlük, pis kokuların arasında koku almak, çevresi kötülüklerle sarılı birisi için görmek, vatanından uzak olan birisi için vatanseverlik, sadece resmi yazışmaları ve ders notlarını okumasına müsade edilen birisi için okumak...ancak acı verirdi.” Ali Şeriati’in bu satırları neden aklına geldi anlam veremedi, yürüdü..

Edip Cansever güzel söylemişti “İnsan yaşadığı yere benzer / o yerin suyuna o yerin toprağına...” Benzemeden, benzeşmeden adapte olamaz, uyum sağlayamaz, ilişki kuramaz insan. Yaşadığı yerden çok farklı bir coğrafyaya yerleşen bir insanın oraya uyum sağlaması biraz benzemesiyle, orayı kendiliğinin uzantısı olarak görmesiyle ve kabul etmesiyle mümkündür. Fiziksel özelliklerin bile coğrafya ile ilişkisi vardı. Toprağın, suyun, havanın, ilişki içindeki hemen her şeyin bir takım özelliklerini taşıdığını düşündü. İnsanın bir toprak parçasına, coğrafyaya, yurda ne kadar fazla ihtiyaç duyduğunu düşündü. Tolstoy “insana cansız bedeninin sığacağı kadar toprak lazım” demişti, muhtemelen ellisinden sonra söylemişti, yoksa bu cümlesiyle toprak ağası olmasını açıklayamazdık. “Para, itibar, şöhret, din” yurdun yerine ikame edilebilir diyordu Nurdan Gürbilek de “İkinci Hayat” kitabında. İnsan bunlara ne kadar az sahipse o kadar ihtiyacı vardı yurda, yani insan ne kadar sonradan kazandığı şeylerden uzaksa o kadar ihtiyaç duyuyordu yurda.

Yabancıydık, yabancılaşmıştık kendimize, yurdumuza, mensup olduğumuz milletimize, Tanrımıza, doğamıza. Uzaktık, uzaklaşmıştık başlangıç noktasından. Bir takım sorumluluklarımız vardı; Tanrıya, topluma, tabiata, kendimize. Mesuliyetlerimizi ihmal ettikçe mensubiyetimiz zayıflamıştı, toplumla, doğayla, kendimizle ve Tanrıyla. Kaybolmuştuk. Ormanda kaybolmamak için yürünen yola işaretler konulurdu. Koymamıştık. Kaybolmuştuk. Marx tam tersine şeyler söylerken, yabancılaşmayı bir durak olarak, kendini tanımanın bir aşaması olarak görürdü Hegel. Hangisi haklıydı karar veremedi, umarım bir aşamadır bu yabancılaşmak dedi, yürüdü.

Yağmur başlamıştı, ıslanmıştı, aklına gri renkli, 32 yıl 3 ay 18 günlük görme tecrübesiyle baktığı ve bu tecrübeyle sadece kendisinin gördüğü, ve söylemek istediğini sadece kendisine anlatmaya çalıştığı kuçük bulut geldi, “acaba şemsiyeni yanına al” demiş olabilir miydi? Keşke anlayabilseydi.