İşlerini bir hale yola koyduktan sonra usulca piposunu aldı eline, tütününü çıkardı, elinin alışkın olduğu her halinden belliydi, tütünü yerleştirdi ve yaktı. Yasmin Levy’den Mal de Amor parçasını açtı. Dinlemeyi çok severdi, özellikle de bu parçayı. Sakin ve huzurlu bir başlangıcı vardı parçanın ve O’nu hep bir yolculuğa davet ediyordu. Piposundan bir nefes çekti, dumanını üfledi, arkasına yaslandı ve sıkıca yerleşti koltuğuna; yolculuğa hazırdı. Henüz ikindi vaktiydi, hava biraz serindi, rüzgarın estiğini ağaç yapraklarının sesinden, hayatın olanca hızıyla devam ettiğini de sokaktan taşan seslerden anlıyordu.
Bir nefes daha çekti içine dağıtmak istemiyordu ânı, bozmak istemiyordu yolculuğunu, dumanı usulca üfledi, içindeki bu tedirginlik de ana katılmasının önüne geçiyordu aslında. Hayal kurarken bile anda kalamadığını düşünüyor, ana uygun olmayan ne varsa zihnindeki süzgeçten geçiriyordu. Vaktin ilerlediğini parçanın bitmesiyle anlayacaktı ama bitmemişti henüz. Bunu bilmesi de bölüyordu zamanı.
Durmak ne kadar devrimci bir eylemdir diye düşündü herkesin hareket ettiği, hızla hareket ettiği bu çağda. İnsanın bir durması ve farkına varması ne kadar anlamlıydı. Farkına varmak için durmak gerekmez miydi? İnsan hızla hareket halindeyken hareketinin farkına varamıyor çoğu zaman. Durmak ama emniyetli bir yerde durmak. Uludağ’a çıkıp sırtını çok defa bir çam ağacına vermişti ama sessizlik içinde göremediği ve dolayısıyla hakim olamadığı ve bilmediği bir alandan gelen ve ne olduğuna dair bir fikri olmadığı, ufacık bir çıtırtı O’nu tedirgin etmiş, bütün dikkatinin dağılmasına yetmiş, zihnini birşey düşünmemeye ikna edememişti. Düşünmek için durmaya ihtiyacı vardı insanın, durmak için de emniyetli bir yere; yurt ve yuva bellediği bir yere. Kendi sesini duyabileceği bir yere ihtiyacı vardı insanın; ve orada başkaca her sesin sesini kısabilmeli, istediğine öncelik verebilmeliydi. Kendi sesine doğadaki her gerçek sesin akustiğine katılmak için ihtiyacı vardı. Kulakları doğuştan duymayan bir insanın bir müddet sonra duymaya başlamasıyla kendi ses tellerinin titreşimi sonucu ortaya çıkan ses dalgalarını algılaması karşısında duyduğu şaşkınlık ve hayret kadar duygulanacaktı insan, kendi iç sesini, yazı yazarken, ağaca şekil verirken, resim yaparken, müzik yaparken ya da içine üflenen eşsiz ruhun dile geldiği başka bir surette duyduğu an.
Parçanın bitmesini istemiyordu, kapının çalmasını istemiyordu, telefonuna bildirim gelmesini istemiyordu, trafikten trafiğin dışına taşıp her yeri dolduran ses o kadar sıradanlaşmıştı ki artık bu sıradanlık dışında, bu sıradanlığı bozan acı bir korna sesi duymak istemiyordu, koridordan yükselen bir kavga sesi duymak istemiyordu...durdu ve dikkatini dağıtan onca şeye rağmen durabildiğini fark etti. Onca şeye rağmen ya da onca şeyle birlikte insanın kendi sesine kulak verebileceği emniyetli bir yurt bulmasının ne denli zor olduğunu düşündü.
Her tercih bir vazgeçişti ve hayatımız genel olarak tercihlerimize göre şekilleniyordu. “Yurdunuza dönmeniz için önce gitmeniz gerekir. Hiçbir yere gitmezseniz gerçek bir yurt algısı oluşamaz” diyordu Profesör Neri Oxman ve biz biliyorduk şuan olduğumuz yer çoğumuz için kendi sesimizi duyabileceğimiz emniyetli bir yurt değildi ve şundan da emindik; ben bir ses vermek için buradaydım, bir hareket, bir eylem için, belki bir cümle kurmak için buradaydım ve kendi cümlemi kurabileceğim bir yurt bu evrende vardı. Bu yurdun arayışındaydık hepimiz, farkında olarak ya da olmayarak.
Yasmin Levy “El mal de I’amor” diyerek parçasını bitirmişti, piposu sönmüştü ve kapısı çaldı.