“Başlangıçta söz vardı, söz Tanrı’yla birlikteydi ve söz Tanrı’ydı” diye başlar Yuhanna incili. Sözün gücünü, kelimelerin kudretini ifade etme bakımından sizce de çok çarpıcı değil midir bu yüce sözler? Tanrı, sözlerine başlarken sözün gücünden söz ediyordu.
İnsan sözlerini ait olduğu dil üzerinden kurardı. Var olan, yok olan, yok olmak üzere olan yüzlerce, binlerce dilden söz edebiliriz yeryüzünde. Birbirlerine son derece yakın konumlarda bulunmalarına rağmen bir kabileden diğer kabileye dillerin değiştiğine tanıklık edebiliriz yeryüzünün bir kısım coğrafyalarında. İnsanın insanla ilişki kurmasının sözel alt yapısını oluştururdu dilin sınırları. Dilin sınırları da aynı zamanda düşüncenin sınırlarını belirlerdi. İnsan kelimeleriyle düşünebilirdi çünkü; kavramına sahip olmadığı şey hakkında ya da üzerinde düşünme etkinliği gerçekleştiremezdi.
Sözü ifade ediş yöntemi olarak dilin nasıl oluştuğunu tam olarak bilemiyorduk ama Heidegger’in “Dilin varlığın evi” olduğunu ve “dile uygun davrandığı sürece insanın konuşabileceğini” vurgulayan sözleriyle sanki dili insandan önce var kabul ettiğini bilebiliyorduk. Bunu kabul ettiğimizde dilin sosyolojik bir vaka olduğu sonucunu ortaya koyabilmemiz biraz güçleşecekti sanırım. Pek tabii, dilin tarihi süreç içerisinde insani bir etkinlik olarak ortaya çıktığını savunanlar da vardı. Ama, ister Gazali’nin dediği gibi sosyolojik ve tarihi bir vaka olarak ortaya çıkmış olsun dil, isterse de ondan önce var olsun dilin gelişimini ve aktarılmak suretiyle varlığını koruyabilmesini yazıya borçlu olduğumuzu hepimiz kabul etmeliydik.
İnsanın geliştirdiği en anlamlı şeylerin başında geliyordu belki de yazı. İnsan yazmak için durmalıydı ve yerleşik hayata geçmesiyle yazıyı bulabilmişti. Başlangıçta mağara duvarlarına kazıdığı resimler insanın sanata düşkünlüğüyle açıklanamazdı elbette. Sanat bir toplumun lüksüdür çünkü. Hayatta kalmaya çalışan, kendi türünü türlü tehlikelerden korumak için işaret bırakmak ihtiyacında olan insanın sanatsal bir etkinlik olarak değil de, hayatta kalmak adına ve kendini koruyabilmek için mağara duvarlarını kazıyıp resim-yazıyı(piktogram) geliştirmesi daha kabul edilebilirdi.
Yerleşik hayata geçmesi sadece yazmasıyla, okul kurmasıyla, devleti teşekkül ettirmesiyle hayatını değiştirmemişti insanın, tarihin akışı içinde bütün hayat rutini değişen insanın kendiyle, kendi türüyle ilişkisi de değişmişti. İnsan kendi kabilesinden olmayanı insan olarak görmezdi önceleri. İnsan olarak görmeyişi onu nesneleştirdiği, onun üzerinde operasyon yapabileceği anlamına gelmekteydi. İnsan olarak görmeyince onu öldürmesinin, malını gasp etmesinin, onun etinden yemesinin önünde de ahlaki bir engel bulunmamaktaydı. Bu anlamda insanın insan etini yemesi olan yamyamlığın insanın tarihi sürecinde varlık aleminde kendini konumlandırdığı yere göre bir izahı mümkündü. Sadece insanın kendi kabilesinden olmayanı insan olarak görmediğinden de kaynaklanmıyordu yamyamlık, bununla birlikte insan, inançları doğrultusunda da –yani insanın insan olduğunu bilerek de- yamyamlık yapmıştı; İnsan ruhunun ölümsüzlüğüne dair inanç insanlık tarihi kadar eskiye dayanır. İnanışa göre, ölen saygıdeğer, itibarlı bir insanın etinden bir parça yiyen insan, ölen insanın ruhunun kendi bedenine geçtiğine inandığı için itibar kazanırdı. Yine insanın kendi türüyle ilişkisinin değişmesine kadın ve erkeğin toplumsal konumlarının değişmesi örnek gösterilebilir; erkek konar göçerlik zamanlarında olduğu gibi, sosyolojik gücünü ve imajını yerleşik hayata geçildiğinde yeterince koruyamamıştı. Bu, erkeğin tam tersi bir reaksiyon göstermesine sebep olmuş, toplum içinde aşırı bir erkek vurgusuna, kadının hor görülmesine, ruhların atadan geçmesine dair inanca kadar vardırılmıştı.
Zamanla insanın kendisine bakışı, kendisini kavrayışı değiştiği gibi kendisini kendisi yapan inançları, kutsal değerleri, değer yargıları da değişirdi. Her şeyin değişebilir, dönüşebilir olması aynı zamanda çok belirsiz ve güvensiz bir zemine de sebebiyet verirdi. Değişmeyen, süreklilik arz eden bir dayanağın, verili bir bilginin bulunması insanın güvenlik ihtiyacının da bir gereğiydi. Tarih, geçen zamanın, alınan yolun, gidilen mesafenin tutulduğu bir not defteriyse eğer, insanın geçmiş zamandan, kadim zamanlardan beridir kolektif bilinç havzasına düşen ilk bilgi damlacıklarının izini sürmesi suretiyle kendine dayanaklar bulması belki de mümkündü. İnsan doğadan öğrenmişti hayatta kalmayı, doğa onun yuvası olduğu gibi onun ilk öğretmeniydi de. Gayet tabii, bu bütünün içinde olmaklığıyla doğanın bir parçası olmak mesabesindeydi de. Her şeyin kendinden menkul bir değeri olduğuna dair bilgi, insanın koruması gereken en büyük mevzilerinden biriydi.
Hasılı neyi, nasıl gördüğümüz; nereye, nasıl baktığımıza bağlıydı. Evrende yok oluş yoktu. Değişim ve dönüşüm vardı. Olgunluk, erişkinlik ve ilerleme insanın belirlenmemiş geleceğe yönelen doğru adımlarının toplamından ibaretti. Ve tarih hepsini yazıyordu.