Yazının beni nereye götüreceğini çoğu zaman kestiremem. Çağrışımlara bırakırım kendimi, yazının bir kaderi vardır. Çağrışımlar beni sürüklüyorsa hele hiç direnmem, yazıyı bir yere vardırmaya çalışmam, hemen yelkenleri suya bırakır teslim olurum. Dikkat edin yazımı demiyorum, sürükleyen bir yazıya edilgenlik izafe etmek pek doğru gelmiyor, ben onu dile getiren olarak bir rol alıyorum onun kaderinde sadece. Çünkü tedailer yazı olarak çıkmasa başka şekilde kendilerine ifade olanağı bulacaklardır muhtemelen. Duygularımızı bastırmalarımız değil midir çoğu psikolojik travmamızın temeli?
Her yazı belki bir suale cevap değildir ama her yazının bir yolu vardır, bir yolculuğu vardır. Ve yazan kişi, yazıya çoğu kere yol arkadaşıdır. Yazmak üzerine dahi çok şey yazılmıştır literatürümüzde. Çoğu kere bağlamından koparılarak rastladığımız “yazmasam ölecektim” cümlesi, yazmanın ne derece mühim bir hadise olduğunu gözler önüne seriyor sanırım.
Sait Faik genç yaşında siroz olur. Bunu öğrendiğinde yıkılır, ama mahallesine döndüğünde hayatın hızla aktığını, kimsenin umrunda olmadığını, kuşların uçtuğunu, denizin dalgalandığını, esnafın ticaretinde, hamalın işinde gücünde olduğunu görür ve duygu yoğunluğuyla bir tütüncüye koşar ve kalem, kağıt alır ve yazar, adeta içini döker ve “yazmasam ölecektim” der. Ve hayatın akışına katılır. Yazmak hayata katılma biçimidir burada. Sait Faik’in hikayesine değişik varyasyonlarla çok yerde rastlamışsınızdır, ben Saadettin Ökten’den dinledim.
Yazı yazmanın katarsisin(duygu boşalımı) yollarından biri olduğu da ifade edilir. Hatta bir psikolog günde 20 dakika boyunca yazmanın depresyon ve ansiyete gibi pek çok sorunda iyileşme sağladığını söyler. Yazmak başlı başına bir şifadır.
Yazmanın bu denli önemli bir eylem olduğunu vurgulamış isek de, bizim gibi düşünmeyen bir bilge var; Sokrates. Hayatı boyunca tek bir cümle bile yazmamış, yazmanın bilgiyi hapsettiğine inanmış ve sözün gücüne güvenmiştir Sokrates.
Çağımızın en büyük iki sorununu depresyon ve anksiyete olarak ifade ediyor Kemal Sayar. Depresyon maziden çıkamamak, geçmişten kurtulamamak ve geçmişin tesiriyle anı ıskalamak, anksiyete ise gelecek kaygısıyla anda kalamamak. Her iki psikolojik vakada da anı ıskalıyor ve anda kalamıyoruz.
Anda kalmak, zamanın içinde olmak zamanı ıskalamadan adeta suyunu sıkarak kullanmak, insanın mahdut zamanında önce kendisi için, kendisiyle birlikte de tüm insanlık için yapabileceği en büyük iyilik olacaktır. Dikkatimizi dağıtan o kadar çok şeye maruz kalıyoruz ki. Maruz kalmak biraz da irademiz dışında kalan bir alanı temsil ediyor, bu nedenle şöyle demek daha doğru olur sanırım; kendimizi dikkatimizi dağıtan o kadar çok şeye maruz bırakıyoruz ki. Herşey sınırlı olduğu gibi zihnimizin de, kalbimizin de bir sınırı var, onca şeyi boca edince zihnimize, kıymeti olan herşey arada kaybolup gidiyor.
Neyin peşindeyiz? Nereye bu gidiş, bu debelenme, bu karmaşa, keşmekeş? Uzun boylu laflarla devlet kurup devlet yıkacağımıza, ulu orta ahkam keseceğimize, klavyenin başında herkese nizam vereceğimize usulca köşemize çekilip kendimize dahi söyleyemediğimiz, itiraf edemediğimiz herşeyi boş bir kağıda yazarak bir yüzleşme ile hayatımızı gözden geçirmeye ne dersiniz, içimize doğru, ruhumuzun derinliklerine yolculuk etmeye ne dersiniz? Hep bedenimizin Amerikasıyla meşgulüz ruhumuzun Afirkasını doyurmaya ne dersiniz?