Saklanacak bir kuytu arıyordu. Uzaklaşmak düşüncesi, elini her şeyden çekmek ve salmak, her şeyi akışına bırakmak düşüncesi bütün benliğini öylesine sarıyordu ki bazen, sadece durabileceği, kimsenin kendisine neden duruyorsun, neden burada duruyorsun, yapılacak onca şey varken şuan neden burada öylece duruyorsun sorularını sormayacağı bir yer arıyordu. Yer yüzünde sorgulanmayacağı bir yer bulamayacağını biliyordu; insanların kelimeleriyle soru sormasa, bakışlarıyla soru soracağından, bakışlarına muhatap olmasa düşünceleriyle kendisine bir şeyler söyleyeceğinden o kadar emindi ki; saklanacağı kuytuyu kendi içinde arıyordu. Oysa dışarıda neye maruz kalıyorsa, neyle uğraşıyor, neye muhatap oluyorsa içi de ona benzemiyor muydu? İçimiz, dışımızın bir uzantısı değil miydi? Evrenin yanıtlarını içinde aramak kolaydı belki de evrenin dağı, taşı, yolu sınırlıyken içimizdeki evrenin sınırsızlığında aradığını bulabilmek kolay olur muydu hiç?

Nereye kaçsa, nereye saklansa takip edilecekti. Kaçtığı içindeydi, uzaklaşmak istediği içindeydi, kaçacağı yer içindeydi. Durdu, çayın demini almasını bekledi. Suyun yeterince kaynadığından emindi. Çayı kendisine yetecek kadar koymuştu. Bekledi, sigarasına gitti eli, vazgeçti. Neden vazgeçtiğini düşünmedi. Bekledi. Masanın üzerindeki bardağın dibinde kalan suyu kafasına dikti. Bekledi. Sandalyenin ayağının yanına düşmüş zeytin çekirdeğini alıp masaya koydu. Bekledi. Başka hiçbir şey yapmadan bekledi. Neden beklediğini unuttu. Hatırlamak için bekledi. Beklemekten sıkılmadı, beklemek için bekledi. İnsan sığınacağı bir kuytu köşeyi algılarıyla, aklıyla inşa edebilirdi içinde. Çektiği acıya anlam verince acının daha katlanılabilir olmasını sağlayabiliyordu mesela insan. Ve hayatında karşılaştığı acıya anlam-değer dünyasında bir anlam yükleyebiliyordu. “Acının anlamının anlaşılabildiği tek dünya insanların dünyasıdır” diyordu Victor E. Frankl. Nereye kaçsa peşinden gelecek her şeyi harca çevirip kuytusuna çekilmek istediği sığınağını inşa etmeyi ihmal ettiğini düşündü, bekledi.

İnsanlarla akletme kabiliyetleri kadar konuşabileceğimizi söyler büyükler. Konuşmak iletişim kurmanın bir veçhesidir. Duygularımızı bir kelimenin yüklenebileceği kadar ve taşıyabileceği şekilde formel bir kalıpla muhatabımıza ileterek konuşabiliriz. Ama duygularımız, kendimiz ve bilincimiz kelimelerimizden daha fazlasıdır. Bu nedenle konuşurken mimiklerimizi, ses tonumuzu, duygu aktarımımızı net bir şekilde sağlayabilmek için yardıma çağırırız. Anlaşılmak için bu da yeterli değildir; muhatabımızla anlaşabilmek için aynı düzlemde bulunmalıyız, aynı dili konuşmalı, aynı terimlere, aynı ıstılahlara sahip olmalıyız. Yoksa zaten duygularımızı tıraşlayarak aktarabilen kelimelerimiz, anlaşılmak için daha büyük bir engele dönüşecektir. Peki içimizdeki “ben”le aynı dili konuşabiliyor, aynı düzlemde bulunabiliyor muyuz? Aynı kelimelere, aynı kavramlara sahip miyiz O’nunla? Ne kadar yabancılaştık, duymaz olduk benliğimizin çığlıklarını. “Dolu bir mide, boş bir ruh neye yarar?” diye soruyordu Aliya. Ne kadar da haklıydı. İçimizdeki benin yani kendimizin elindeki malzemelerle sığınak inşa etmeye gücü yoktu; buna gücü olsa eldeki malzemelerden bir sığınak inşa edemeyecekti.

“Motosiklet günlüğü” filminde Che Guevara motosikleti ve dostu Alberto ile çıktığı uzun ve maceralı bir Latin Amerika yolculuğunun sonunda “bizim Amerika’mızı dolaşmak beni çok değiştirdi. Artık eski ben değilim, eskisi gibi değilim” der. Film, Che’nin devrimci olmadan önceki yaşamına ve bu zaman diliminde fikirlerinin nasıl geliştiğine projektörü çeviriyor. Motosikleti yeterince devrimci bulmayabilirsiniz ama, hazın ve konforun çağında ziyadesiyle konforsuz olmasıyla buna meydan okumayı bünyesinde barındıran, insanın sürekli güvende olma arzusunun dışına başkaca vasıtalara nispetle güvensizliğiyle çıkmasına kapı aralayan, düşünmek isteyene hayatın gelip geçiciliğini sürekli ölümle burun buruna olmaklığıyla hissettiren bir araç, yirmi birinci yüzyılda oldukça aykırı bir eylemdir. İçimizdeki “ben”in, sığınak inşa ederken kullanacağı malzemeye dışarıdaki tercihlerimizle karar veriyoruz. Herkesin bu alemde tıpkı parmak izleri gibi “farklı” ve sadece kendisine özgü bir iz bırakmak arzusunu taşıdığını insan olmaklığıyla ve Yaradan’ın içine üflediği eşsiz özle açıklayabiliyorsak; içine inşa edeceği, kuytusunda gölgelenebileceği görkemli sığınağı imar ederken insanın, kullanacağı malzemenin farkını ortaya koymasına yarayacak biraz aykırı, biraz farklı, bir parça devrimci olması gerekmez mi? En son ne zaman, bırakın sonunda “ben artık eskisi gibi değilim” dedirten bir yolculuğu, ruhunuza katma değeri olan, ona iyi gelecek, onu besleyen bir yolculuğa çıktınız?

Zamanın tükendiğinin farkında mıyız? Geçmişi kimse elimizden alamazdı ama geçirdiğimiz zamanı da kimse geri getiremezdi. Kuytu bulmakta ilerleyen yaşlarda daha fazla zorlanacağımızı hissediyorum. Elimiz ayağımız tutarken, henüz her şey için çok geç değilken ruhumuzun tam ortasında, içimizin en güzide mekanında görkemli bir sığınak yapacak malzemeleri toplamak için neyi bekliyoruz? Bunun için macera suyuna, hatıra çimentosuna, bir parça rutin dışı demirine, pek de alışılmadık bir küreğe ve el arabasına, kendilik bilinciyle sapa sağlam bir zemine, kimlik bilinciyle taş gibi kolonlara, biraz da aykırılık sıvasına ihtiyacımız var…Haydi!