“Dünyadaki hiçbir güç yaşadığımız şeyi elimizden alamazdı” her şeyimizi alabilirdi, her şeyimizi kaybedebilirdik ama yaşadığımız şeyi kaybetmemiz mümkün değildi. Yaşadıklarımız bizi ayrıcalıklı ve özellikli kılıyordu. Her birimizin yaşadığı onlarca farklı şeyin, hayatımıza on binlerce yansıması olmaktaydı. Yaşadıklarımız bizi tecrübeli kılıyordu, daha fazla yaşamak daha uzun süre hayatta kalmak anlamına gelmiyordu elbette; daha fazla yaşamak, daha çok yaşanmışlık demekti, daha çok hissetmek ve daha çok duymak anlamına geliyordu.
Tarihte ne yaşanmışsa yaşanması gerektiği için yaşanmıştı anlamındaki Karl Marx’ın ifadesi bizi kaçınılmaz olarak kaderciliğe götürmemeliydi. Yaşamak sadece olması gerekenlerin olduğu, gereklilik ve zorunluluk gibi sevimsiz kelimelerin özetlediği son derece itici bir eylem olmamalıydı. Yaşamak, sabahın erken vaktinde Uludağ’ın yamacından kopup gelen lodosun kulağınızda ıslık çalmasını hissetmek, evinizin karşısındaki, betonun kökünü çevrelediği ve adeta ancak bu kadar büyüyebilirsin dercesine sınır çizdiği akasya ağacıyla zaman buldukça selamlaşmak, martının sesinin önce rüzgara sonra seyyar satıcının çığlığına ve en sonunda da şehrin göbeğindeki trafik gürültüsüne karıştığını duymak, asfaltın sertliğinin ve siyahlığının özü temsil eden toprağın üzerini kapatmış olmasından kaynaklandığını görebilmektir; yaşamak, bir saat evvel yağan yağmurun tam yerine yerleştirilememiş ya da uzun zamandır üzerinde yüründüğü için altındaki yumuşak toprak tabakanın bir kısmının dengesiz bir şekilde aşınmasından kaynaklı olarak altına yağmur suyu dolan ve fark etmeden üzerine basılınca su birikintisine basılmışçasına su sıçratan kaldırım taşına basıp, az evvel giyindiği takım elbisesinin paçalarının ıslanmasına aldırmamaktır biraz da.
Hepimiz bu zamanın şahidiyiz. Ne oluyor, ne bitiyor görüyoruz. Kuşların var olduğundan beri uçuşuna, gök yüzünün maviliğine, güneşin doğuşuna, ayın on dördüne, ağacın yeşiline, son baharın hüznüne şahidiz hepimiz. Şahitlik duymakla olur; kendi zamanına tanıklık edemeyen ya görmüyordur, ya duymuyordur ya da aklı ve kalbi duyduğunu ve gördüğünü algılayamayacak kadar hissizleşmiştir. “Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar/ ben yaşarken koptu tufan/ ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat/ her şeyi gördüm içim rahat…” demişti İsmet Özel celladına gülümserken çektirdiği resmin arkasındaki satırlarda. Olan olmuştu artık vardık ve şahittik. Gözlerimizi kapatmak, üstüne hissetmesin için elimizi koyup göğsümüzü sıkmak kar etmeyecekti artık. Ve tanıklıktan çekinme hakkımız yoktu, çünkü hayatın birinci dereceden yakını sayılmazdık.
Aklımız, bizi diğer her şeyden ayıran, bize teklif edilmesini sağlayan ve teklifi kabul etmekle mükellef olduğumuz, esareti özgürlüğe; özgürlüğü esarete çevirebilecek güçteki en önemli hususiyetimizdir. Özgürlüğümüzün sınırlarını hayal dünyamız, hayal dünyamızın sınırlarını da hayat tecrübemiz belirliyordu. İnsan kelimelerle düşünür, kavramlarla hayal dünyasını zenginleştirirdi. Kavramlarımız kilimimizi dokuduğumuz ipliklerdi İhsan Fazlıoğlu’nun deyimiyle. Ortak kelimelerimiz olmadan, ıstılahlara dayanmadan iletişemezdik, dolayısıyla yetişemezdik hızla akan zamana. Bazen herkesin tanıdık, bilindik kelimelerden oluşan cümleler kurduğuna ancak bir türlü anlaşamadığına şahit olmaz mıyız? Sanki aynı kelimelerin kullanıldığı, benzer cümlelerin kurulduğu ama her kelimenin kullanan kişi tarafından bambaşka anlamlara çekildiği, bu kişilerin de başka zamanlarda aynı kelimelere bambaşka anlamlar yüklediği, dolayısıyla kişi sayısı kadar sözlüğün dahi anlaşılmak için fayda etmeyeceği, herkesin herkese el olduğu, yabancı bir diyarda yaşıyoruz hissine kapıldığımız olmuyor mu bazen de?
“Ne çok acı var” diye başlıyor Zarifoğlu “Yaşamak” adlı kitabına, Rilke ise “Bitirilecek ne kadar çok acı var!” diyor bir şiirinde, sanki başkalarının belirli bir zamanda, bir yerde bitirilmek için biriken işlerinden söz ediyormuş gibi. Zarifoğlu kitabına “Yaşamak” adını koymasaydı, tespitine dışarıdan bakıp, gözlemleyerek ulaşmış olabileceğini saptayabilirdik, Rilke’nin ise çok daha karamsar olduğunu düşünebiliriz. Ama neticede ikisinin de tartışmadan kabul ettiği gerçek, hayatın içinde, yaşamanın var olduğu bir düzlemde acının yaşamak kadar gerçek bir anlamı olduğudur. Nietzsche’ye göre de “yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıl’a katlanabilir”di. Herkesin yaşamak için bir nedeni vardır; başlı başına, bizatihi varlık, yokluğa tercih edilesidir zaten.
Sezai Karakoç’un, içinde “yaşamıyor gibi yaşamak” geçen şiiri gelir aklımıza sonra; “Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk/ Günahlarım kadar ömrüm vardır/ Ağarmayan saçımı güneşe tutuyorum/ Saçlarımı acının elinde unutuyorum/ Parmaklarımdan süt içmeğe çağırıyorum seni/ Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk…/ Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı/ Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum/ Gelmiş dayanmışım demir kapısına sevdanın/ Ben yaşamıyor gibi, yaşamıyor gibi yaşıyorum/ Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum.”