Ağaçların ne adını, ne cinsini biliyordum o yaşlarda…
Adını bilmesem de bir ağacım vardı ama!
Nerede mi?
Yönünüzü Çamlığa dönün,
Gazeteci Oğuz (Güçlü) abinin köşe dükkânından yola doğru 5 – 10 adım solda idi.
Kaldırımın hemen altında da büyükçe bir boşluk vardı.
Şoför Selahattin (Ersoy) dayının Tonosluoğlu Çarşısı’ndaki yazıhanesinden yönetilen,
Yerköy - Yozgat arası sefer yapan “Yeşil Otobüsleri”nin kalkış noktasıydı…
Sanıyorum “Yeşil” adını da Şoför Yeşil Mustafa (Tufaner) abinin gözlerinden alıyordu.
“Yiğit namıyla anılır” derler ya,
Yeşil Mustafa abi de, uzun boylu, gür bıyıklı, çağla yeşili gözlü, yakışıklı bir yiğit adamdı…
Neyse..
İşte o ağaç benim ağacımdı…
Yaz aylarında, Şekerci Şükrü (Bozkuş) abiden aldığım Arap Mabel, Golden vb. sakızlarımı tablama dizer, ağacımın altına gider , sakız satardım…
Akşama kadar incecik gövdesine, incecik sırtımı dayar, ancak benim ve tablamın sığdığı gölgesi nereye dönerse, ben de tablamla oraya döner, gölgelenirdim…
Yine bir sabah, her günkü heyecanımla Kapalıçarşı’dan tablamı kaptığım gibi, ağacıma koştum…
Ama, o da ne?
Ağacım yerinde yoktu…
Dünya başıma yıkıldı…
Telaşla bakındım etrafa.
Bir kamyona yüklemişler, üzerine toprak atıyorlardı…
Koştum kamyonda yatan ağacıma, bir yaprağına olsun dokunabilmek için..
Ne mümkün…
Parmaklarımın üzerinde yükseldim ama nafile…
Dokunamadım…
Ciğerim sökülmüşcesine içim acıyordu…
Kamyon homurtularla uzaklaşırken, ben gözyaşlarımda boğuluyordum.
Çaresizdim…
O gün kimse beni teselli edemedi.
Niye ağladığımı bilen yoktu ki!
Bilseler belki de gülerlerdi bana,
“Bir ağacın ardından bu kadar ağlanır mı” diye…
Sakız da satmayacaktım artık !…
Ağacım yoktu çünkü !