O; “Allah, ıstırabını çektirmediği şeyin nîmetini vermez”[1] dediği için devamlı çileye tâlip oldu, çile çekti ve bir yanda yaşadığı hafakanların çilesini şiirleştirip;
“Ateşten zehrini tattım bu okun.
Bir anda kül etti can elmasımı.
Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un,
Kustum, öz ağzımdan kafatasımı.”[2]
derken; öbür yandan da cemiyetin yaşadığı bütün sıkıntıların ızdırâbını yüreğinde duydu ve
“Kazanda su kaynasa sanki ben pişiyorum,
Bir kuş bir kuş öldürse ben can çekişiyorum.”[3]
dizelerinde anlattığı o târifsiz çileyi tâlim etti.
O’nun hayatından hiç eksilmeyen “tefekkürün çile hâline gelmesi”, insanlığın yetiştirdiği çok büyük dâhîlere münhasır bir hâlettir. İşte bu hâlet-i rûhiye bütün ihtişâmıyla; Üstad’ın hayatında, sanatında ve düşüncelerinde tezâhür etmiştir. O’nun çilesi, bedeninin çektiği ıstırapların çok ötesinde olan; ruhta, gönülde ve beyinde yaşanan “hafakanlar”, “burkuntular”, “zonklamalar”, “kanlı kıymıklar” ve “mukaddes azaplar”dır.[4] Üstad’ın bedenen dûçâr olduğu sıkıntılar, mücâdele zorlukları, karşı karşıya kaldığı yokluklar, uğradığı haksızlıklar, cezaevinde çektiği çileler; tefekkür çilesine göre bir hiç mesâbesindedir. O; dünyevî zevklere meyleden nefs-i emmârenin pençesinden kurtulmak için uzun yıllar mücâdele ettiği için devamlı çileye tâlip olmuş, çile çekmiş, çileyi tâlim etmiştir… O; bastığı “Kaldırımlar”a, baktığı “Ayna”lara, duvarları yaralı “Otel Odaları”na, ölüm çanından daha acı bulduğu kampana seslerine, kesik çığlıklı trenlere, içinde korku dumanlarının kıvrıldığı bacalara, hülâsâ haricî âlemin her şeyine çile nazarıyla bakmış, yağmurda bile “kanını boğan bir ipliğin”[5] çilesini anlamıştır… O; çehresinde sayılamayacak kadar çok çile çizgisi olan, çektiği ruh ve fikir çilesini bütün eserlerine yansıtan, çileyi yaşayan, çile içine yeni bir “Çile” parantezi açan ve 79 yıllık çileli bir ömrün “Çile”sini “hayâl kanatları kan içinde”[6] kalarak kaleme alan 20. Asrın “Çile” Harmanı’dır.
O; ömür boyu “Ölümsüz Gerçek”in peşinden yürüyen, “ağrıyan akıl dişi”nin[7] ilacını arayan, “göklerin kamçısıyla yediği dayaklar” sebebiyle metafizik gerilimler yaşayan, suyun kaynağında susuzluk çeken bir mustaripti. O; İslâm’ın nâmütenâhi ikliminde kendine gelmesiyle, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) izinde doğru yolu bulmasıyla ve Abdülhakîm Arvâsî’nin (k.s.) rahlesinde irşâd olmasıyla “Mutlak Hakîkat”in gerçek mânâsını en güzel bir biçimde anlamış, tasavvufun ruhlara sükûnet veren âsûde iklimine vâsıl olmuş ve muazzam bir mensur na’t olan “Çöle İnen Nûr”u kaleme almış “Gül” gönüllü “Hilâl” bakışlı sûfî bir muharrirdi.
O; “hor, öksüz ve büyük” olan bir dâvânın “mukaddes yüküne” bir ömür boyu “rütbe” ve “mal” beklemeden “hamal”lık yapmıştır. O, “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya” durumuna düşürülenlerin kısıl/a/mayan sesi olmuştur. O, Tek Parti Dönemi’nde, bir elin parmaklarını geçmeyen ideâlist serdengeçtilerle birlikte solan ümitlerimizi yeşertmiş, bizlere ulvî bir gâyeye yönelmenin mutluluğunu ve inançlarımız uğruna mücâde etmenin asâletini tattırmıştır... O; “Allah yolunun divânesi” olan “Anadolu” insanına; güvenilmesi gerekenle, yapılması icâp edeni anlatmak için;
“Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya;
Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk. Sakarya!..”[8]
dizelerini haykırmıştır. O; Örtülü Ödenek’ten zaman zaman destek görse de çilesini çekmediği, bedelini ödemediği bir dâvânın dâvâcısı hiçbir dönemde olmamıştır.
O; “Vîrân olası hânede evlâd ü ıyâl var”[9] demeyen, hânenin vîrân olmasına rızâ göstermeden umrâna imkân olmadığını bilen “bir inanmış insan”dı. O; “Allah!” demenin yasaklandığı, elif harfini bile darağacına çekilmek istendiği devirlerde mangal gibi yüreğiyle ortaya çıktı, her türlü tehlikeyi göze alarak sesini yükseltip küfre giden yolların yanlışlığını anlattı… O, hayatının hiçbir döneminde zâlimlerin hiddetini çekmemek için kısık sesle yapılan duâların gizli âmincisi olmadı; “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak”[10] demenin ötesine geçip, zindanları umursamadan insanlığı kurtaracak tek yolun “İlâhî Nîzâm” olduğun en yüksek perdeden ve en edebî bir biçimde seslenen bir “Cesur Yürek”ti.
O; inancını yılmadan savunan bir insan olarak sayısız tâkibata uğramış, dokuz defa “Taş Medrese” görmüş, dört yıla yakın bir süre “Medrese-i Yusûfiye”de kalmış, inancının çilesini çekmeyi şeref bilmişti. O; hiç recûliyyet eksikliği göstermemiş, hiç ümitsizliğe düşmemiş, yenilgiyi ve alt edilmeyi aslâ kabul etmemiş;
“Mehmet’im sevinin başlar yüksekte,
Ölsek de sevinin, eve dönsek de,
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte,
Yarın elbet bizim, elbet bizimdir,
Gün doğmuş-gün batmış ebed bizimdir”[11]
diye haykırmış, zafere bütün kalbiyle inanmış, her zaman ümitvâr olmuş, her konuda fikir ve teori beyân etmiş; “Büyük Doğu” mefkûresinin , “Yüceler Kurultayı”nın ve “Başyücelik Akademyası”nın “Başyücesi”ydi.[12]
[1]Türk Edebiyatı Dergisi, Necip Fâzıl’la Evinde Yapılan Sohbet- Necip Fâzıl ve Meselelerimiz, sayı 117 (Temmuz 1983), sayfa 75
[2] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Çile, 16-20
[3] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Yine Hâl, 280
[4] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Çile, 16-20
[5] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Bu Yağmur, 16-20
[6] Necip Fâzıl Kısakürek, Kafa Kâğıdı,175
[7] Necip Fâzıl Kısakürek, O ve Ben, 95-96
[8] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Sakarya Türküsü, 398-399
[9] Âşık Dertli, Kalenderî
[10] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Destan, 406
[11] Necip Fâzıl Kısakürek, a.g.e., Zindandan Mehmed’e Mektup, 420
[12] Necip Fâzıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Devlet ve İdâre Mefkûremiz,257-341
DEVAM EDECEK